Saygıdeğer HEDEF GAZETESİ okuyucuları; mart ayı MİLLETİMİZ, VATANIMIZ, BAYRAĞIMIZ ve DEVLETİMİZ için çok önemli iki olayın gerçekleştiği bir ay. Bu iki olay bütün dünyaya TÜRK adının bir daha silinmeyecek bir şekilde kazınmasını sağladı. Hangi iki olaydan söz ettiğimi muhtemelen bütün okuyucular anlamış olmalı. İstiklal Marşımızın kabulü ve Çanakkale Zaferinden söz ediyorum. Bunları tarihsel olarak sıralayacak olursak önce Çanakkale Zaferinin gerçekleştiği tarih olan 18 Mart 1915 ve zorlu savaşlar sürecinden sonra tekrar ayağa kalkan milletimizin yeni bir yapılanmayla güçlendirdiği devletimizin varlığını bütün dünyaya haykırdığı İstiklal Marşımızın Türkiye Büyük Millet Meclisinde bütün milletvekillerinin ayakta okuyarak kabul ettikleri tarih olan 12 Mart 1921 bizim için ebediyete kadar unutulmaması gereken tarihlerdir.

Burada uzun uzun bu iki olayın ayrıntılarına girerek bir tarih dersi vermek niyetinde değilim. Ancak yazımın sonuna doğru ele alacağım olayın vahametini açıklayabilmek amacıyla hem Çanakkale Zaferi, hem de İstiklal Marşımız hakkında birkaç bilgi yazma gereği duyuyorum.

Çanakkale Savaşı veya Çanakkale Muharebeleri, I. Dünya Savaşı sırasında 1915 – 1916 yılları arasında Gelibolu Yarımadası'nda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara muharebeleridir. 19 Şubat 1915 – 9 Ocak 1916 tarihleri arasında gerçekleşen ve unutulmaz fedakârlıklarla dolu olan bu zorlu süreç “yedi düvel” olarak adlandırılan istilacı devletlere büyük bir ders verilerek sonuçlanmıştır. Bu dersin adı “ÇANAKKALE GEÇİLMEZ” şeklinde hafızalara kaydedilmiştir. Ancak gerçek bu mudur? Çanakkale geçilmediyse İstanbul nasıl işgal edildi? Muhtemelen bu sorum hemen bazı zihinlerde yanlış bir algıya sebep olacak ve ben hemen Atatürk düşmanlığı ile suçlanacağım. Hayır, beni suçlamaya düşünenler yanılıyorsunuz, bu ülkede Mustafa Kemal’i sevecek tek insan kalacaksa o ben olurum. Ancak bu soru ile derinlemesine bilinmeyen bazı hususlara değinmek ve konuyu bambaşka bir yere götürmek istiyorum. Yukarıda belirttiğim gibi maksadım bir tarih makalesi yazmak değildir, geçmişte gerçekleşen tarihi olayları günümüzdeki olaylarla birleştirerek bir ANALİTİK DÜŞÜNCE gerçekleştirmek istiyorum.

Çanakkale deniz ve kara muharebeleri ile istedikleri sonucu alamayan İtilaf Devletleri, Mondros Ateşkes Antlaşması’na dayanarak, 6-12 Kasım 1918 tarihleri arasında Çanakkale Boğazı istihkâmlarına el koymuştur. 7 Kasım 1918’de dört İngiliz subayından oluşan bir heyet Basra torpidosuyla İstanbul’a gelmiştir. Bunları, bazı memurlar ile “Yaşasın İtilaf” diye bağıran Ermeni ve Rumlar karşılamıştır. 8 Kasım 1918’de de dört Fransız subayından oluşan bir heyet Arian adlı bir gemiyle Galata rıhtımına çıkarak Beyoğlu’ndaki Fransız elçiliğine gitmiştir. Gemiden çıkan dört Fransız subayının yaya olarak Beyoğlu’ndaki sefarete kadar gitmeleri, Galata'dan Beyoğlu’na kadar tüm sokaklarda binlerce İstanbullu Rum, Ermeni, Yahudi ve Levanten ile bazı işbirlikçi Türklerce doldurulmasına, “Yaşasın Fransa! Yaşasın Hürriyet!” diye bağrışmalarına ve alkış tutmalarına yol açmıştır. Fransız subaylarına çiçekler verilmiş, boyunlarına sarılıp ağlayanlar olmuş, arkalarında da korkunç bir kalabalık birikmiştir. İşgalcilere sempatik görünmek isteyen işbirlikçiler ve ayrılıkçı unsurlar Galata rıhtımı, Tophane, Yüksekkaldırım, Beyoğlu caddesi ve yan sokakları İngiliz ve Fransız bayraklarıyla donatmışlardır.

Hemen ardından İtilaf Devletlerinin kuvvetleri 13 Kasım 1918’de İstanbul’a girdi. İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan gemilerinden oluşan 61 parçalık bir işgal gücünün Çanakkale Boğazı’ndan elini kolunu sallayarak geçip İstanbul Boğazı’na girmesi Türk insanını derin bir yasa boğmuştur. Çünkü daha yaklaşık üç yıl önce Türk insanı, bu işgal gücü, bu topraklara girmesin diye Çanakkale sırtlarında varını yoğunu ortaya koymuş, 200.000’den fazla şehit vermiş ve düşman donanmasının Çanakkale Boğazı’nı geçmesine engel olmuştu. Ama şimdi, bu büyük direnişten sadece üç yıl sonra düşman donanması güle oynaya İstanbul’a geliyordu.

Bilindiği gibi, Yunanistan’ın 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgali, hem Atatürk’ ü harekete geçirmiş ve hem de Millî Mücadele’nin en önemli itici gücünü teşkil etmiştir. 21-22 Haziran 1919 Amasya Tamimi, 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 Erzurum Kongresi, 4-11 Eylül 1919 Sivas Kongresi, bu itici güçten hız alan üç büyük millî hamle olmuştur. Bu hamleler o kadar etkili oldu ki, 3 Ekim 1919’da Damat Ferit Paşa hükümeti istifa etmek zorunda kaldı ve yerine, Ali Rıza Paşa kabinesi kuruldu. Yeni kabinenin Bahriye Bakanı Salih Paşa ile Atatürk arasında 20 Ekim 1919’da tespit edilen Amasya Protokolü ile İstanbul Hükümeti ve Millî Teşkilât arasında uyuşma sağlandı. Bu protokol ile Meclis-i Mebusan seçimlerinin bir an önce yapılmasının, Sivas Kongresi kararlarının Meclis-i Mebusan’ca kabul edilmesinin ve nihayet Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’un dışında bir yerde toplanmasında mutabakat sağlandı. Bu kararlar bir bakıma İstanbul Hükümeti’nin Millî Hareket’e yani Heyet-i Temsiliye’ye tâbi olması veya en azından, ikisi arasında bir işbirliğinin kurulmakta olduğu izlenimini vermekteydi. Hâlbuki İstanbul Hükümeti, Müttefikler olarak adlandırılan işgalci devletler bakımından, Türk toprakları üzerindeki her türlü sömürgeci ve emperyalist plânlarını gerçekleştirmede, baskı yoluyla kullanabilecekleri bir araç idi. Millî Hareket ise, bu tekerleğin önüne konan büyük bir kaya parçası idi. Hele, Atatürk’ün, İstanbul ile daha yakın temas kurmak için, Heyet Temsiliye’nin merkezi olarak Ankara’yı seçerek, Millî Mücadele’yi İstanbul’a çok yakın bir mesafeye getirmesi, İstanbul-Ankara işbirliği bakımından Müttefikleri iyice korkutmuştur. İstanbul’da Meclis-i Mebusan’ın açılması ve Misak-ı Millînin yayınlanmasının hemen ardından, 16 Mart 1920 günü İngiliz, İtalyan ve Fransız yüksek komiserlerinin verdikleri ültimatom ile İstanbul resmen işgal edilmiştir.

Geçen zaman aralığında gerek İstanbul Hükumeti, gerek Ankara Hükumeti nezdinde pek çok değişim ve dönüşüm yaşandı. Bu süreç işgalci güçler arasında çekişmelere sebep olduğu gibi sadece İngilizlere özel Londra-İstanbul arasında uyuşmazlıklar da doğurdu. Daha fazla ayrıntılara girmeyelim, gün oldu, devran döndü, umut yetişti ve Lozan Antlaşmasının imzalanmasından iki ay sonra İngilizler İstanbul’u terk etti. İngilizlerin 1.Dünya Savaşı sonunda Mondros Ateşkes Anlaşmasına dayanarak İstanbul’u 1918 den 1923’e kadar işgal etmişken, neden savaşmadan Ankara Hükümetine teslim ettiği konusunda kafa karışlığı vardır. İngiltere’nin Türklere İstanbul’u bırakmasına âdeta hayıflanan bir takım çevreler, Millî Mücadele’nin bir danışıklı döğüş olduğunu ima etmektedir. Ne yazık ki; milletimizin bazı evlâtları da bu yalanlara inanmaktadır.

Türk Milletinin İstiklâl Savaşı’nda işgalci devletlere ve onların yerli iş birlikçilerine karşı erkeğiyle, kadınıyla, ülkemizin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine yürüttüğü şanlı mücadele yok sayılmakta, kan ve ateşten geçerek vatanı düşmandan kurtaran kahramanlarımız hakkında duyduklarımız, okuduklarımız “hamaset edebiyatı” diye küçümsenmektedir. Bu imaları yapanların, bir gerçeği aramaktan ziyade düşmanın propagandasına âlet oldukları ayan beyan meydandadır. İngilizlerin İstanbul’dan çekilmesini gerektirecek bir sürü sebep varken, bunları göz ardı edip, işin altında bir kumpas arama iyi niyetle açıklanamaz. Bunun altında İstiklâl Savaşı’nı küçültme ve Milli Mücadele’nin kumandanlarını itibarsızlaştırma düşüncesi bulunmaktadır. Bu da düşmanın tezlerini kabul etmek veya en hafif tabirle “düşmanın ekmeğine yağ sürmektir.”

Sayın okuyucular, elimden geldiği kadar ayrıntılara girmemeye çalışsam da, daha kısa yazabilmem mümkün olmadı. Yazımın asıl maksadı gelecek haftaya kaldı. Yazmak nasip olursa haftaya okumanız dileğiyle sizleri selamlıyorum.