Değerli HEDEF GAZETESİ okuyucuları! Uzun bir aradan sonra tekrar saygılar sunuyorum. Aynı başlıkla yazmış olduğum önceki yazımda “beyin” ve “algı” kavramlarına işaret ederek bazı hususlara dikkat çekmek istemiş ve devamının geleceğini belirterek ilk yazıyı sonlandırmıştım. Günün şartları gereği araya başka bir konu girdi ve yazımın ikinci bölümü bu güne kaydı.

Yazımızın başlığını bir soru üzerine inşa ettim. Bu soru ile sizleri gıyabınızda düşünmeye davet ettim. Maksadım insanların düşünme ve eylem fonksiyonları arasında bir ilişkinin varlığına işaret etmek, ancak düşünmeye yönelik etkileyici faktörleri vurgulamak idi. Geçtiğimiz hafta yazımı yazamadım. Çünkü kendimde bilgisayarın başına geçecek enerjiyi ve düşüncelerimi derleyip toparlayacak zihinsel yapıyı oluşturamadım. Yaşadığım bir rahatsızlığın oluşturduğu ağrılar ve acılar vücudumun bütün metabolik dengesini altüst etti. Yani on güne yakın bir süre beyin kontrolümü sağlıklı bir şekilde elimde tutamadım. Yine ifade edeyim ki maksadım rahatsızlığımı sizinle paylaşmak değil, beyin yönetiminin nasıl ve kim tarafından yönetildiğine dikkat çekmek.

Geçtiğimiz hafta bir mahalli idareler seçimi gerçekleşti. Yurt çapında vatandaşın % 84’ü sandığa gidip oy kullanırken, % 16’sı bu hakkını kullanmadı. Bu sayılara bakarak geniş kapsamlı bir demokrasi söylemi üretilebilir. Eğer kısmet olursa üçünce yazımda bu konuyu ele alabilirim. Fakat bu yazıda “beyin kontrolü” üzerindeki düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Haydi, başlayalım, beynimiz bizim kafatasımız içinde olmasına rağmen kontrolü gerçekten bizim elimizde mi? Yaksa “dış güçler” bizi yönlendiriyor mu? Cevaplarınızı şu sorularım üzerine inşa ediniz. Şu anda elinizde olan bu gazeteyi yüzde kaç kendi tercihinizle seçtiniz? Taraftarı olduğunuz futbol takımını yüzde kaç kendi tercihinizle seçtiniz? İhtiyaçlarınızı aldığınız marketi yüzde kaç kendi tercihinizle seçtiniz? Giymekte olduğunuz gömleği yüzde kaç kendi tercihinizle seçtiniz? Bu paragrafın ilk cümlesine dönecek olursam yapılan seçimde oy kullananların yüzde kaçınız içinize sinerek size dayatılan belediye başkan adayına oy veriniz? Belki çok az sayıda % 100 ben diyen çıkmış olabilir, ama büyük bir çoğunluğun cevap verirken duraksadığını iddia edebilirim. Buradan şu sonuca varacağım, beyin kontrolümüz tamamı ile kendi elimizde değil.

Dünya nüfusunun dikkate alınmayacak kadar az sayıda insanı hariç geri kalanları beyin kontrolünü bilerek ve isteyerek güç odaklarına bırakıyor. Bu cümleden şu anlaşılmasın, kullandığım “güç odakları” tanımlamasını sadece siyasi/politik anlamda değil hayatın tümünü kapsayacak bir şekilde kullandım. Ayağınıza giyeceğiniz ayakkabıdan tutun, gözünüze taktığınız gözlüğe kadar sizi yönlendiren “güç odakları” yok mu? Bu sebeple bu yazıda sizlere beyin kontrolünüzü elinize almanız yönünde uyarıda bulunmak istiyorum. Oy vereceğiniz partiyi, üye olacağınız sendikayı, mensup olmak isteyeceğiniz cemaati, taraftar olacağınız spor kulübünü, okuyacağınız gazeteyi, evinize alacağınız makarnayı belirlerken beyin kontrolünüzü elinden kaçırmayın.

Peki, bu nasıl gerçekleşir? Biraz zor gerçekleşir. Çünkü bizim kültürümüzde “el alem ne der” anlayışı hakimdir. Geçmiş aile büyüklerimiz bizleri bu anlayışla büyüttüler, kendimizi hep başkalarının düşüncelerine göre şekillendirdik. Bu gün bunun yerini “sosyal medya” denilen lağım çukuru aldı. Artık şimdi “el alem beğensin” anlayışı yerleşti. Devir değişti ama beynimizi kendi malımız haline getiremedik. Değişik isimler taşıyan sosyal medya ortamlarında insanlar kendilerini fikren, zikren ve hatta daha ileri gedecek olursam bedenen teşhir eder hale geldiler. Bunları yaparken de bütün toplumsal ölçülerden uzaklaştılar. Geçmişte (q) gazetesini okuyan ile (w) gazetesini okuyan aynı ortamda yüz yüze karşılaşmaları halinde tartışıp, çatışırken, bu gün (x) televizyonunu seyreden ile (é) televizyonunu seyreden arasında yüz yüze gelmeden sosyal lağımda çatışır hale gelindi. Güç odakları bu ruh yapısını kendi çıkarları için kullanmayı önemli bir araç olarak kullanmaya başladılar. Denemesi bedava, üyesi olduğunuz sosyal lağım ortamında ticari bir markayı ifade eden bir paylaşım yapın, 24 saat geçmeden o markanın reklamları bilgisayarınıza / telefonunuza yağmaya başlayacak. Siz belki onu bir tesadüf sanacaksınız ama gerçek tam tersi, beyin kontrolünüz güç odaklarının elinde.

Güç odaklarının beyinleri etkilediği alanlar kısıtlı ve sınırlı mı? Hayır, değil. Aklınıza gelmeyecek kadar her alanda beyinleri yönlendirecek bilinçaltı mesajlar veriliyor. Ana amaç insanları bir tarafa doğru yönlendirmek için beyinlerini etki altına almak olması sebebiyle her alan ve her araç kullanılıyor. Önce toplumda tanınsın ya da tanınmasın bir kişi ortaya çıkarılıyor, rağbet görsün ya da görmesin bir nesne ortaya çıkarılıyor, duyulsun ya da duyulmasın bir olay ortaya çıkarılıyor ve bir süre gündemde tutuluyor. Bu süre içinde ortaya çıkarılan kişi, nesne ya da olay ile ilgisi olsun ya da olmasın toplumun hassas duyguları harekete geçirilmeye çalışılıyor. Senaryoyu yazanlar ve sahneleyenler yönlendirici sözleriyle, araçlarıyla, tavır ve davranışlarıyla toplumun hassasiyetini tahrik ederek kendi yönlerine çekmeye başlıyorlar. Bunun sonucunda beynini kendi elinde tutmayan ya da tutamayan insanlar hemen o olay, insan ya da nesne hakkında olumlu düşünceler üretmeye başlıyorlar. Böylece güç odağı istediği sonucu elde etmiş oluyor. Gerçek bir olaydan örnek vereyim. Adını belirtmeyeceğim ve içmeyi hiç tercih etmediğim bir gazlı içecek reklamlarında “53 yıldır bu ülke bizim” diyor. Acaba “bu ülke bizim” mesajının arka planında gizli bir algı operasyonu mu var?

Yine yazımı uzattığımın farkındayım. Ama böyle hassas bir konuyu kısa bir şekilde ele almak ta pek mümkün değil. Ama haydi bu son paragraf olsun. Yazımı Adnan Menderes Üniversitesi Öğretim Üyesi Sayın Prof. Dr. Dursun Nemutlu’nun “Aydın Efesi” Dergisinin Kasım/Aralık 2018 - 48. Sayısında yer alan “RAMEAU’NUN YEĞENİ VE İNSANLIK HALLERİ” başlıklı yazısındaki birkaç cümleden faydalanarak bitireyim. Yazı sahibi şöyle bir ifade kullanmıştır: “Diderot’ya göre “Halklar için yalan kadar faydalı ve gerçek kadar zararlı şey yoktur.” Var mı itirazı olan? Yazının bir başka paragrafı ise şöyledir: “Ne yazık ki insanoğlu kendi kendine yetmemektedir. Mutlaka bir şeyler için birbirine muhtaçtır ve ihtiyaçlarının giderilmesi için tavırdan tavıra girmek, adeta pantomim yapmak durumundadır… Ama insan az ile yetinmeyi bilir, ne pahasına olursa olsun ihtiyaçlarını gidermeye çalışmaz, hatta zaman zaman onlardan vaz geçme büyüklüğünü gösterirse, o oranda pantomim yapma gereği duymayacak, başkalarının önünde küçülmeyecektir.” Bence üzerinde çok analitik düşünülmesi gereken bir fikir.

Kıymetli okuyucular, konuya ilişkin söylenip yazılacak çok şey var ama artık sınırları daha fazla zorlamanın da bir faydası yok. Yeni yazıma kadar hoşça kalın.