Resûl-i Ekrem Efendimiz, kısa zamanda dünyada hiçbir kralın ulaşamayacağı derecede imkânlara kavuştu.
İdeal bir mürebbî olarak insanların kalplerini fethetti. Buna rağmen O Azîz Peygamber, ayaklarının altına serilen dünya nîmetlerinin hiçbirine iltifat etmedi. Eski mütevâzı yaşayışına devam etti. Önceki gibi, kerpiçten yapılmış odasında sâde ve fakir bir şekilde yaşadı. Hurma yaprağıyla doldurulmuş bir şilte üzerinde uyudu. Basit elbiseler giydi.
En zayıf insanın hayat tarzının bile altında yaşadı. Bâzen yiyecek hiçbir şey bulamadığı oldu. Yine de Rabbine şükrederek açlığını bastırmak için karnına taş bağladı. Bütün günahları affedilmiş olduğu hâlde, gözyaşları içinde tevbe, şükür ve niyazlarına devam etti. Gecelerini, ayakları şişinceye kadar namaz kılarak geçirdi. Mazlumların imdâdına yetişti. Yetimlerin, kimsesizlerin, gariplerin tesellîsi oldu. O, emsalsiz büyüklüğüne rağmen, en âciz insanlarla bizzat meşgûl oldu. Hattâ onlara, engin şefkat ve merhametiyle daha ziyâde kol-kanat gerdi.
Târihin bir benzerine daha şâhid olmadığı büyük bir fâtih olarak Mekke-i Mükerreme’ye girerken, muzaffer bir kumandanın gururuyla ve zafer işâretleriyle değil, devesinin üzerinde secdeye kapanmış vaziyette ve bir şükür edâsı içinde idi. En küçük bir benlik tezâhürüne ve dünya meyline meydan vermemek için sık sık: “Allâh’ım! Gerçek hayat, ancak âhiret hayatıdır!” niyâzında bulunuyordu.
Zira insanı yücelten ve hakîkate en fazla yaklaştıran şey tevâzûdur. Tevâzû, kulluğun kıvam bulduğu bir haslettir. Hazret-i Âişe vâlidemiz şöyle buyurur: “Siz en fazîletli ibadetten gâfil kalıyorsunuz; o da tevâzûdur!”
Allah Rasûlü (s.a.v.) dâimâ kendisinin de âciz bir kul olduğunu bildirir ve hâlini şöyle îlân ederdi: “Ben de sizler gibi bir insanım. (Ancak sizden farklı olarak sadece) bana vahiy geliyor”