İlk kez yaşanan 2. Tur seçim ile dün sandık başında yapılan tercih belirlendi ve aylardır gündemi meşgul eden büyük yarış nihayet sona erdi.
Bu köşe yazısı kaleme alındığında sonuçlar henüz belli değildi.
Kazanan Türkiye ve milletimiz olsun, artık dargınlıklar sona ersin.
Siyaset nedense bizim gibi ülkelerde hizmet aracı olmaktan çok ayrılık ve küskünlük nedeni olmaya yönelik bir araç maalesef.
Siyasetçiler mecliste kolkola girer, küskünlüğü seçmenlerde sürer gider..!
68 LİLER KUŞAĞI İLE 78 LİLER BERABER
Mayıs yani ilkbahar’ın son günlerindeyiz.
Artık naftaline bulanan kışlıklar dolaplara, açık renkli kısa kollular askılara, HOŞGELDİN YAZ.
İlkokul duvarlarındaki mevsim tablosunda Haziran -Temmuz – Ağustos 3 ay sarı sıcak günler.
"Hiçbir zaman şu an yaşadığınız an'a göre daha genç olmayacaksınız" der bir veciz söz.
Onun için bugünü yaşamak lazım.
Hani derler ya dünya 3 gündür,
Geçmiş bir mazi, yarın ise meçhul.
Dünya aslında bir gündür,
O da bugündür.
Yıllardır gündem aynı ülkemizde.
Güzel vatanımız Cumhuriyet öncesi işgal yıllarında, Cumhuriyet sonrası fakirlik ve sorunlarla boğuşmaya devam ediyor.
Hep özlediğim işi sadece çalışmak ve konforlu yaşamak olan bir ülke olamadık.
Tüm enerjimiz ya teröre, ya da kısır siyasete, ya da ilkesiz politikalara kurban edildi ve ediliyor.
Aynı parti iktidarında bir bakan değişince tüm kadrolar allak bullak,
Bir eğitim bakanı gelince, tüm eski kararlar rafa..!
Belki kimseler bilmez, ben de duyduğumda çok şaşırmıştım.
Demokrat Parti 1950’de seçimlerle işbaşına geldiğinde, dış politikada devamlılığı sağlamak üzere eski bir CHP’li bakanı Dışişleri Bakanı olarak atamış.
Gene yaşadığım için hiç unutmam..!
1990’lı yılların başında eski bir sima Aydın belediye başkanı seçildiğinde, rakip partilerin adaylarına beraber çalışmayı teklif etmişti.
Bu çağrıya o zamanlar, Aydın Devlet Hastanesi başhekimi Sema Pişkinsüt, seçimlerde karşı karşıya geldiği yeni başkan ile çalışmayı kabul eden tek rakip aday Pişkinsüt bu teklifi kabul etmiş ve seçilmediği halde Aydın belediye başkanı olarak hizmet etmeye başlamıştı.
Kısır yerel ve genel siyasette yadırganacak bir durumdu ama, işte olması gereken de buydu..!
PAZARIN EN UCUZU
Ekonomik tercihler yeni eşya alımından uzaklaştırdı milleti.
Avrupa da oldukça yaygın olan ikinci el piyasası bizde de çok tercih edilir oldu.
“Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı” sözü tecelli etti,
Bit pazarlarına artık antikacı dükkanı gibi bakılıyor.
Aydın Efeler’de önceleri eski itfaiye yeni balık pazarı alt sokağında Salı günleri kurulan ardından Pınarbaşında aynı gün kurulmaya devam eden arkasından, Fatih Kapalı Pazar yerinde kurulmaya başlanan en sonunda Cumartesi pazarına taşınan ve her Cumartesi günü kurulan bit pazarında,
eski gaz lambaları, kömürlü ütüler, ender kitaplar, eski plaklar,
nostalji ve geçmişe dönüşü yaşatıyor.
Eskiden eşyanın değerini bilen bir nesildik biz.
Bir yığın tüketim ürünüyle donatılan hayatlarında, şimdiki çocuklar ise çok yalnız.
Yaratıcılığı kışkırtan ''yokluk ortamında'' değil, sıkıntıyı büyüten, derin bir tembellik ve umursamazlık yaratan ''bolluk ortamında'' büyüyorlar.
Sözlü iletişimin yerini artık kişisel sanal sohbetler aldı.
“Yüz yüze” görüşmenin yerini sanal ortam da "face to face" aldı.
Özellikle büyük şehirlerde yaşayan çocukların çoğunluğu eriği ağaçta değil, manavda görüyor.
Ayva çalmak, dut çalmak, nedir bilmiyorlar.
Acaba kaç tanesi gölgeli, serin bir bahçede, tulumbadan buz gibi su çekip ayaklarını yıkamıştır?
Ya da bu günlerdeki gibi buzdolabının pek yaygın olmadığı devirlerdeki gibi Ramazan akşamüzeri soğuk kuyulardan evlerine testi içinde su taşımıştır?
Şimdiki çocuklar, her akşam bahçe sulama işiyle görevlendirilmenin o dayanılmaz eğlencesini de bilemeyecekler.
Çünkü artık yazlıkların fazlaca özenilmiş, gürbüz ama aptal çocukları andıran bahçelerini sulama işini ya site bahçevanları ya da hiç büyümeyen ergen babalar kimselere bırakmıyorlar.
60'ları yaşarken çocuktum, pek bilmem, ama 70'lerde çocuk değil genç olmanın en güzel yanı ''özgürlük'' duygusuydu.
Gerçi bunun anlamını o yıllarda sorun da etmiyorduk, çünkü bütün arsalar, bahçeler, sokaklar, parklar, deniz kenarları bizimdi.
Bunun bir çeşit çocuk özgürlüğü olduğunu, boş arsalara, binalar dolduğundan, geniş, serin bahçeli evlerin yerini apartmanlar aldığından, sokaklar arabaların egemenliğine bırakıldıktan sonra, büyüyünce anladık.
Meğer ne şanslıymışız, çünkü mahalle aralarında boş arsalarda, ne çok özgürmüşüz!
Bizden öncekilerin ise evlerinin iç bahçeleri ve avluları oyun parklarıydı...!
Nerede yaşarlarsa yaşasınlar, çocuklar için'' sokağa çıkmak'' deyimi vardı.
Hala var belki, ama sokaklar çok değişti ve eskisi gibi geniş ve güvenli değil.
Sokağa çıkmak, tanımlanmış bir özgürlüğe adım atmaktı.
Okuldan gelince bilgisayar karşısına geçilmez, sokağa çıkılır, akşam olup hava kararana, anneler yemeğe çağırana dek, kan ter içinde oynanırdı.
Yaz tatillerinde sokağa çıkmak ise, tüm günü sokakta geçirmek demekti.
O zamanlar iki türlü anne vardı:
Birincisi ''gelenekçi'', ikincisi ''modern'' anneler...
Gelenekçi anneler de ikiye ayrılırdı:
Gelenekçi- iyi, gelenekçi- kötümser anneler.
Gelenekçi iyi anne, çocuğun ve çocukluğun ne olduğunu bir tür iç güdüyle bilir, çocuğunu uzaktan kollar, bunu belli etmez ve rahatsız etmezdi.
Terlediklerini fark edince usulca gelip, sırtına tülbent koyar, reçelli ekmek hazırlayıp verirdi. Çocuklarını kahvaltıdan hemen sonra sokağa yollar, hiç ilgilenmezlerdi.
Böyle anneleri olan çocuklar karınları acıktığında anneleri komşuda olduğu için, arkadaşlarından otlanmak zorunda kalır, terlerler, terleri sırtlarında kurur, ama hep böyle yaşadıkları için hasta da olmazlardı.
Disiplinden uzak, kendi başlarına geçirirlerdi günlerini.
Gelenekçi anneler kötümser ve bencildiler. Çocuğun oyun oynamasını, terlemesini ayakkabısının eskimesini istemez,
ama bu da kendi çocukluğunun yetiştirilmesinden kalan mirastı.
Bu mirası çocuğuyla paylaşmanın zamanıydı..!
Modern annelerde ise kendilerince bir çocuk yetiştirme bilinci vardı.
Disiplinli bir anlayış..!
Bir kere sokağa çıkmanın saati vardı.
Çocuklarının hangi çocuklarla oynayacağını, hangi oyunları oynayacaklarını kendileri seçerler, çocuğun fikrini almazlardı.
o zamanlar "kirlenmek özgürlüktür" gibi saçma reklamlar da yoktu..!
“Üstünü kirletmeme zorunluluğu" da çocuk özgürlüğüne vurulan bir darbeydi.
Bu çocuklar mahallenin çocukları arasına rahatça karışamazlar, kendilerini dışlanmış hissederlerdi.
Pamuk helva, leblebi tozu, macun almaları yasaktı, ayva çalamazlar, kağıttan rulo haline getirilmiş topla sokak maçı yapamaz, sapanla kuş vuramazlardı.
Uzun sürecek oyunlara da ''birazdan annen çağırır oğlum'' gerekçesiyle alınmazlar, onlar da annelerinden nefret ederek, hava kararana dek sümüklerini çekerek, top peşinde koşturan çocukların oyunlarını seyrederlerdi.
Annelerinin kötü huylu bulduğu çocuklar gibi sokakta, üzerine Vita yağı veya sana sürülüp şeker ekilmiş ekmek yiyemez
asla küfür edemezlerdi.
Bunların arasından annelerini dinlemeyenler çok sık çıkardı.
Onlar lider ruhlu olurlar, çocukların başına geçerler, oyunu örgütlerlerdi.
Keyifli bir gün geçirirlerdi, ama eve gidince çıkan olayları saymazsak...!
O yıllarda sokağa çıkma anlayışında genel eğilim, iki saatte bir, ancak bir Murat, Anadol veya Renault marka ilk otomobillerin, bir kaç at arabası ve faytonun geçtiği, ezilme tehlikesi olmayan, sakin sokaklarda çocukların yorulana dek oynamalarıydı.
Hava kararmadan yoruldukları da söylenemezdi.
Yine de orta halli ailelerin, gelenekçi- iyi annelerin çocukları, babaları işten döndükten sonra dışarıda kalmazlar, evlerine giderlerdi.
Ya da ''Baban geldi, seni çağırıyor'' denince hemen eve yollanırlardı...''
KUŞAKTAN KUŞAĞA AYNI SORUNLARLA
Bizim zamanımızda 1970’lerin en başlarında, artık siyah beyaz TV’ler çıkmasıyla sokaktan evlere dönüş başladı.
Telesafir yaygınlaşıp, gelenlere çay ikram etmek zorunda kalan televizyon sahipleri, arka odalara geçer, kapıları açmaz hale gelirlerdi.
İşte ilk kez bu zorunlu davetsiz misafirlerden kopukluk, bu teknoloji ile başlamıştı..!
Evdeyseniz annemler size gelecek, sözü artık yanıtsız kalmaya başladı.
oysa eskiden bu soruya hep “bekleriz yavrum" cevabı alınırdı..!
velhasıl eskiye özlem, başka bir şeydi,
68 kuşağı bir ideal uğruna yola çıktı,
78 kuşağı ardından gelen terör ve kanla büyüdü.
80’ler ise hem orta yaşlılar hem de gençlerin en zor günleriydi.
90’lar ve sonraları "lay laylom" geldi geçti..!
Bugün artık baby boomer, X-Y-Z nesli olarak söylenen günler geride kaldı.
Ama günümüzde hepimiz aynı gemide,
70'ler, 80'ler, 90’lar, 2000’lerden gelen tüm kuşaklar öyle veya böyle, işsizlikle, ekonomik bunalımlarla bir şekilde ayakta kalmaya çalışıyoruz.
Umudumuz, bu sabahtan itibaren yeni bir sayfa açarak, “nerde kalmıştık” diyebilmek ve hayata kaldığımız yerden yeniden başlayabilmek.
Tüm okurlarımıza. İyi haftalar.
SÖZÜN ÖZÜ :
FEDAKÂRLIK KARŞILIKLI OLANA DENİR. BİRİ 'FEDA' EDERKEN DİĞERİ 'KÂR' EDİYORSA ONA TİCARET DENİR.
ÇOK FEDAKARLIK YAPANA KIYMET VERİLSEYDİ,
YILLARCA TARLAYI SÜREN ÖKÜZE BIÇAK SÜRÜLMEZDİ.
[email protected]