Tanrı bizden ne istiyor ? Ne istemiyor ? Nasıl bir insan olmamızı bekliyor ?
Dünya’yı, çevremizi, çevremizde olup bitenleri, doğayı ve yaşadıklarımızı objektif bir gözle görerek değerlendirdiğimizde, gerçekte Tanrının yer yüzünde bir cennet yarattığını, kendisini tanrının yer yüzündeki yetkili vekili ve temsilcisi olarak gören ve ilan eden bazı sadist, narsist ve satanist ruhlu kimseler tarafından yaşanamaz hale getirilerek adeta bir cehenneme çevrildiğini görmekteyiz.
Doğa, Tanrının yer yüzündeki en harika eseri ve şaheseridir. Tanrının, biz insanlar için yarattığı bu güzel Dünya’yı cehenneme çevirerek yaşanamaz hale getirenler, Tanrı hiç kimseye asla böyle bir yetki vermediği halde, kendisini Tanrı adına, yer yüzündeki her türlü işi yapmaya ve Dünya’ya kendi düşüncesine uygun yeni bir düzen ve şekil vermeye çalıştığına tanık oluyoruz. Tanrı adına insanlar için hiç de yararı ve gereği olmadığı halde, yararlı ve gerekli imiş gibi göstererek yaptıkları çok yanlış işler nedeniyle insanlara çok büyük ve korkunç acılar yaşatmışlardır.
Hristiyanlığın Antik Çağda, Roma İmparatorluğunca kabul görerek, çok tanrılı Roma dininin yerine Roma’nın resmi dini olarak benimsenmesinden sonra Hristiyanlık tüm Avrupa’da hızla yayılarak bir çok Avrupa ülkesinde, resmi devlet dini olarak kabul edildi.
Kabul edildi de, sonrasında olanlar insanlık ve insanlar için hiç de yararlı olmadı. Antik çağın, kaynağını doğadan alan, o coşkulu, lirik, yaratıcı sanatsal atmosferi yerini her şeyin günah sayıldığı karanlık, belirsiz ve umutsuz bir döneme bıraktı.
İnsanlar, kendilerini Tanrının yeryüzündeki yetkili temsilcisi ilan eden ve güçlerini birleştiren Papa ve onun yürütme organı niteliğindeki Kilise ile Avrupa’nın yeni siyasi oluşumu içerisinde krallar ve derebeyleri (graflar) tarafından Tanrı ve din ile korkutularak baskı altına alınıyor, tüm özgürlükler kısıtlanıyor, papalık ile kilisenin ve kralların buyruğu dışında hareket edenler ve hatta etmeye teşebbüs edenler dahi, kilise ve papalık tarafından, tanrı adına engizisyon mahkemelerinde yargılanarak, yakılmak sureti ile ölüm cezalarına mahkum ediliyorlardı.
Ortaçağ Avrupa’sında, papalık ve kilise mensupları ile saraylar ve çevresi, Dünya’nın tüm nimetlerinden yararlanarak bolluk ve bereket içerisinde yaşarken, din ve cehennem ile korkutulan insanlar yoksulluk ve açlık içerisinde, sarayın çöplüğüne dökülen yiyecek artıkları ile hayata tutunmaya çalışıyordu.
Kilise ve papalık, işi öylesine ileri safhalara taşımışlardı ki, yoksulluk içerisinde açlık ve sefaletle boğuşan insanlara yoksulluğun kader olduğu anlatılıyor ve cennet ile avutularak, altın karşılığı cennetten köşkler ve arsalar bile satılıyordu.
Hakikatin hiç de böyle olmadığını, İncil'de yazılanların papanın, papazların ve kilisenin iddia ettiklerinden çok daha farklı olduğunu, papaya, papazlara ve kiliseye inanmadıklarını; incili kendi dillerine çevirmek ve hakikati halka anlatmak isteyenler de papalığın engizisyon mahkemelerinde yargılanarak yakılmak suretiyle ölüm cezalarına mahkum ediliyorlardı.
Tanrı ve din adına, halkın cennet ile avutulmasına ve cehennem ile korkutularak baskı altına alınmasına daha fazla dayanamayan Martin Luther adında bir Alman Papaz, kilisenin ve papanın asla izin vermediği bir işi geçiştirerek İncili Latinceden Almancaya çevirdi ve elle yazarak fasiküller halinde halka dağıttı ve 96 maddelik bir manifesto hazırlayarak bir kilisenin kapısına çiviledi, insanların gerçekleri görmesini ve bilmesini papalığın engizisyon mahkemesinde yargılanarak yakılmak sureti ile ölüme mahkum edilmeyi göze alarak, sağladı. Tabii, kaçarak saklandı ve gerçekçi bir Derebeyi tarafından korunarak yakılarak öldürülmekten kurtuldu.
Ardından ne mi oldu? Halk, toplum, hayatını tehlikeye atan Martin Luther sayesinde din ile ilgili hakikati öğrendi ve papalığa tabi olmamaya ve papalığın dayattığı dini kabul etmemeye başladı. Bu hareketi bastırmak amacı ile Papalık ve krallar işbirliği yaptılar. Ve tam 30 yıl süren ve sonlarına doğru kimin kiminle ne için savaştığını sorguladığı çok komik bir mezhep/din savaşı çıktı. Herkesin önüne geleni rast gele öldürdüğü, yağma ve talanların yapıldığı, insanların gereksiz yere acılar çektiği ve korkunç yıkımlara neden olan bu savaşın sonunda taraflar masaya oturarak barış anlaşması imzaladılar ve kimsenin kimsenin inancına karışmama kararı aldılar.
Peki, Tanrı kendisi adına böyle bir savaşın yapılmasını, inançları kabul ettirme uğruna insanların birbirini acımasızca kıyasıya katletmelerini istemiş miydi? Elbette ve kesinlikle hayır.
Bu gün, Müslümanlık, tarikat ve cemaatler ve onların şeyhleri tarafından Hristiyanlığın Ortaçağdaki durumuna düşürülmüştür. Şeyler, müritlerine cennet ve cennette sayısız huriler vaat ederek kandırır ve onların bağışları ile lüks villalarda oturarak son model arabalara binerlerken, şeyhlere inanarak tabi olanlar, cennet ve huri vaatleri ile avunurlar.
Tarikat ve Cemaatlere, şeyhlere Allah böyle bir görev ve yetki vermiş midir? Kesinlikle ve elbette hayır.
Avrupa ülkelerine gidenler ve gezenler, çok gösterişli büyük binaları görmüşlerdir. Bu binaların çoğu, gotik ve barok tarzında inşa edilmiş ya kilise ve katedral ya da saraydır. Papalık, kendi gücünü göstermek için, işbirliği halinde olduğu aristokratların desteği ile tanrıyı memnun etmek için, büyük kiliseler, katedraller ve manastırlar inşa etmişlerdir. Krallar ve graflar da kendi otoritelerini ve güçlerini sergilemek ve göstermek için, çok gösterişli büyük saraylar yapmışlardır.
Tanrı, halinden memnun değil mi idi ki, insanlar din adamlarının yalanlar üzerine oluşturdukları din dışı kurallarla ve cennet vaatleri ile avutularak yoksulluğa, açlık ve sefalete mahkum edilirken, kendisi adına çok şaşaalı katedraller ve kiliseler yapılmasını istesin?
Tanrı asla istemediği halde, kendisi adına yapılan her mabedin temellerinde, her taşında ve her kürek harcında, yoksulların, gariban insanların en acı feryatları, gözyaşları, kanı, eti ve kemiği vardır. Her şeyi, yoktan var eden, uçsuz bucaksız ve sonsuz kainatı yaratan Tanrı, kendisi için, en şaşaalısından mabedler yapmaktan aciz midir ki insanlardan, kendisi için mabedler yapmasını istesin?
Almanya’nın Köln şehrine gidenler görmüşlerdir. Görmemiş iseler mutlaka görmelerini tavsiye ederim. Almanca adı ile Kölner Dom olarak bilinen ve Gotik mimari tarzında inşa edilen Köln Katedralinin yapımına 1248 yılında başlanmış ve ancak 632 yılda tamamlanarak 1880 yılında ibadete açılabilmiştir.
7000 m2 alan üzerine inşa edilen katedral, adeta gökleri delercesine uzanan 157 metre yüksekliğindeki gotik mimari tarzı sivri kuleleri ile çok uzaklardan bile görülebilmektedir. Tanrı, zaten güçlüdür ve hiçbir ülkede hiç bir kimseden böylesine büyük ve gösterişli bir tapınak yapmalarını istememiştir. Böyle görkemli tapınakları yapanlar, aslında kendi güçlerini halkına ve komşu ülke krallarına ve din adamlarına göstermek istemişler ve tanrıya rüşvet teklif etmişlerdir.
Avrupa‘nın her ülkesinde ve her şehrinde hatta Dünya’nın her yerinde, böyle çok gösterişli Kiliseler, katedraller ve saraylar vardır. Gösterişli tapınaklar inşa ederek Tanrıya rüşvet teklif etme geleneği antik çağlardan beri vardır ve halen de sürmektedir. Antik ören yerlerini mutlaka gezip görmenizi tavsiye ederim.
Yunan ve Roma antik yerleşim yerlerinde, çok tanrılı Yunan ve Roma medeniyetlerine ait çok tanrılı dinlere ait çok sayıda tapınaklar vardır. Her antik şehirde, bir tanrıya ait büyük tapınaklar inşa edilmiştir.
Didim‘de Apollon Tapınağı, Karacasu’daki Afrodisiyas antik kentindeki Afrodit tapınakları, depremler nedeniyle yıkılsa ve büyük oranda hasar görmüş olsa da tüm ihtişamı ile hala ayakta durmaktadır.
Antik Mısır medeniyetinden, Hindistan'da Hindu ve Budist , Amerika kıt’asında Aztek, İnka ve Maya kültürlerinden kalma çok sayıda tapınak vardır. Bugün bu tapınaklar ayakta olsalar da, yapanlar ve yaptıranlardan hiç birisi bugün yoklar.
Tüm bunlara karşın, dikkatleri çeken önemli bir durum vardır. Biz Türklerin, İslamiyet'i kabul etmeden önce de, antik Yunan, Roma ve öteki medeniyetlerde olduğu gibi, çok sayıda tanrılarımız ve tanrılar için yapılmış hiçbir tapınağımız yoktur. Sadece bir KÖK TENGRİ’miz ve Kök Tengri ile iletişim kuran Kam’larımız vardı.
O halde, bize şah damarımızdan da yakın olan Allah ile aramıza ne tarikatlar, ne cemaatlar, ne şeyhler ne de peygamberler giremez, peygamberler dahil hiç kimse, birilerinin cennete gitmesi için aracı ve şefaatçi ve vesile olamaz, kimse kimseye, cennet ve içinde binlerce huri bulunan köşkler, saraylar vaat edemez. Bu türden iddialarda bulunanların tüm iddiaları hurafedir, yalandır, sahtedir, şeytanidir.
Benim inancıma göre, cennet de, cennetteki köşkler de vardır, cehennem de vardır. Ancak halkı ve insanları kandırmak amacı ile abartılarak anlatıldığı gibi değildir. Her şey makul ve belirli ölçüler içerisindedir.
Tanrı biz kullarından, insanlardan asla çok şeyler istemiyor ve beklemiyor. Her türlü gösterişten ve abartılardan uzak, sade bir yaşantı, doğruluk, dürüstlük, hakkaniyet, adalet, beden, ruh ve çevre temizliği, tüm canlılara karşı sevgi ve şefkat, tevazu (alçak gönüllülük), kibir ve mağrur olmama, iyi işlerde yardımlaşma ve dayanışma, her türlü kötü ve şer işlerden sakınma ve uzak durma, yoksullara ve yolda kalmışlara yardımcı olma gibi gayet basit ve kolay işler yapmamızı bekliyor ve istiyor. Tarikat ve cemaatlere, şeyhlere tabi olma gibi sapkın ve hurafi akıl dışı işler istemiyor. Her işte aklımızı kullanmamızı istiyor.
Ortaçağ Hristiyanlığının koyu karanlık taassubundan kurtulan Avrupa Venedikte başlayan Rönesans hareketi ile Antik dönemin kaynağını ve özünü doğadan alan o coşkulu, yaratıcı havasını yeniden yakaladı. Bilimsel ve sanatsal atılımlar geliştirdi, kalkındı ve ilerledi,
Bugün, batıyı “Gavur“ olmakla itham eden zihniyetteki kimseler, batının yakaladığı teknoloji sayesinde üretilen son model araçlara binerken ve en son model cep telefonlarını kullanırken asla zerre kadar utanç duymazlar.
Değerli Okuyucularım. Esen kalınız.