Her zamanki gibi sabah uyandım, henüz televizyonumuz olmadığı için radyoyu açtım. Radyoda tok sesli bir solist kahramanlık türküleri söylüyordu. Bir anlam veremedim, ne olup bitiyordu. Giyinmeye devam ettim. Bir yandan da radyonun hoparlöründen yükselen tok sesli kahramanlık türkülerindeydi kulağım.
“Kolbaşının kıratı” diyor, “Yine de şahlandı” diye devam ediyordu Türkü. Belli ki bir mesaj içeriyordu ama henüz ben o mesajı alamamıştım; uyku mahmurluğundan olsa gerekti. Giyindim ve kahvaltımı bile yapmadan işe gitmek üzere sokağa çıktım. O zamanlar Hüraydın Gazetesi’nde çalışıyor, aynı zamanda da Cumhuriyet Gazetesi Aydın temsilciliğini yürütüyordum.
Sokakta beş metre kadar ya yürüdüm ya da yürümedim, iki asker yolumu kesti.
-Nereye gidiyorsun?
-İşe gidiyorum
-Ne iş yapıyorsun?
-Gazeteciyim, dedim ve ardından asker askeri bir otorite ve emir vaki bir ses tonu ile “evine dön, ihtilal oldu, sokağa çıkma yasağı var” dedi ve beni eve geri gönderdi.
Çaresiz eve dönmek zorundaydım, yoksa aynı anda derdest edilip bir askeri aracın arkasında kışlaya gönderilecektim. Kim bilir ne zaman nereden çıkardım.
Eve döndüm, babam, annem ve kardeşimle birlikte evde oturduk. Akşama dek transistörlü radyomuz hiç kapanmadı. Zira adının Hasan Mutlucan olduğunu öğrendiğimiz solistin söylediği “Genç Osman” gibi kahramanlık Türkülerinin bitiminde, nerede ise her on dakikada bir Konseyin yayınladığı bildiriler okunuyordu radyodan.
O gün öyle geçti, ertesi gün de aynı şekilde sokağa çıkma yasağı devam etti. Gazetemiz, ekmeğimiz gibi temel gereksinimlerimiz sokak sokak dolaşan gazeteciler ve fırıncılar tarafından kapı önünde karşılanıyor, ekmeğimizi ya da gazetemizi alıp tekrar eve giriyorduk. Sokak kapısından iki metre bile öte gitmek söz konusu değildi, zira her sokak başında iki asker bekliyor, biraz evden uzaklaştığınızda hemen uyarı ile karşılaşıyordunuz.
Pazartesi’den itibaren sokağa çıkma yasağı kalktı ve işimizin başına döndük. Gazeteye gittiğimiz ilk gün garnizon komutanlığından bir astsubay eşliğinde iki asker geldi ve isteklerini yazılı olarak tebliğ ettiler.
Ne istiyorlardı?
Gazeteye girecek haber, fotoğraf ve makalelerin yayınlanmadan önce garnizon komutanlığında görevli bir subay ya da astsubay tarafından kontrol edilmesi ve onların onay vermesi durumunda haber, fotoğraf ya da makalenin yayınlanması olası oluyordu. Bu durum tam iki yıl boyunca, yani yeniden seçimler yapılıp sivil yönetime geçilinceye dek sürdü. Her gün Hüraydın Gazetesi’nde yayınlanacak haber ve makaleleri bir dosya halinde Garnizon Komutanlığı’na götürüyor ve görevli Astsubayın olurunu aldıktan sonra gazetede yayımlıyorduk. O günlerde birçok makalem kırmızı kalem yedi, birçok makalede sayısız cümlem kırmızı kalemle çizildi.
İşte böyle bir dönemdi 12 Eylül 1980 ve sonrası. Sokağa çıkmak yasaklarının olduğu, her gün yüzlerce insanın gözaltına alındığı ve günlerce haber alınamadığı, onca gencin işkencelerden geçirildiği ve idam edildiği bir dönemdi 12 Eylül.
Bugün geriye dönüp baktığımda anılarım arasında kapkara harflerle yazılı duran bu dönem duruyor. Yarın bugünlere baktığımda da yine kalın harflerle yazılmış anılar yer alacak. Gazetecilerin kendi kendilerine uyguladıkları oto kontrol gibi, gazeteciler ve insanlar üzerinde baskı oluşturmaya çalışan bir takım kraldan çok kralcılar anılarımda yer tutacak. Vesayetten kurtulmaya çalışırken bir başka vesayet altına girdiğimiz anılarımda yer alacak. En önemlisi yaşanan sivil darbeler anılarımda büyük ve kalın harflerle yer alacak.
Unutmayalım ki, demokrasiden ve özgürlüklerden uzaklaştıkça her türlü darbeye maruz kalırız. Bu günleri bir daha yaşamamak için daha demokratik ve daha özgür bir ülke yaratmalıyız.