şu an yazacak hiç bir haklı gerekçem yok. ne açım ne sırtımdaki yorganı biri elimden aldı. hayata dair olduğunca korunaklı ve güvendeyim. hemen ilerimde uyku, lezzetli cennet meyvesi gibi bekliyor. hava da güzel, her şey yerli yerinde. şu an mutfaktan gelen tıkırtı sesinin(muhtemelen bir eşya yerinden kaydı düştü) tedirginliğinden başka ürpertiye dair hiç bir şey yok. mağaradan da gelmiyorum, kuyuya da düşmedim. helakı bekleyen bir kavmin mensubu da değilim. dışımda olup bitenlere kulak kesilmeyeli hayli zaman oluyor. ama serçe parmağım durmadan kırılıyor?...
belki biraz daha sessizliğe gömülürsem başka bir sürü şeyin de kırıldığını duyabilirim. örneğin parmağımı kulağıma soktuğumda kanın akışını duyabiliyorum. bu beni ürkutüyor. içimde durmadan akan kanlı bir ırmağın var olduğu fikri öyle kolay kabullenilir şey değil. eğer içimde akan kanlı bir ırmak varsa, kandan bir deniz de olmalı. hatta kan pıhtısından bir dağ, uçsuz bucaksız kanlı düzlükler... nihayetinde insan kendi içinde bir âlem değil mi? kandan yıldızlar, kanlı bulut, kan ormanları, hatta kan çölü olmalı... kendimden ürkmek için ne çok sebebim var. serçe parmağımın kırılan sesi daha makül ve daha kansız ve katlanabilir.
insanın neresi acırsa canı oradadır derler, canı acırsa insan nerededir?.. nereye sığınır insan can acısında; dağa, çöle, ormana... belki bu yüzden şairler izlanda, o belde, simeranya arasında dolaşıp durdular, belki onca kelime, söz, dize, kendini iki kapak arasına sayfa sayfa gizlemek içindi. can acısı belki kütüphaneleri yarattı, belki fırat timur döneminde kanlı aktı... belki biz bu yüzden yazılı bir kağıt parçasını yerden alıp, öptükten sonra yüksek bir yere koyduk... kan tutmasıydı
şu an susacak hiç bir haklı gerekçem yok, serçe parmağım da kırık değil, dışarıki kamyon sesinden kanımın akışını da duyamıyorum. siz muhtemelen bu yazı yere düşse üzerine basar geçersiniz. kanınız kıpırdamaz...
nihayetinde elisabeth mutluyuz...