oturun, size kederden bahsedeceğim, ırmaktan yeni çıkmış çocuk ürpertisiyle biraz yorgun, biraz yutkunuk, biraz üşümüş, bir çay ocağının yağmurda buğulanmış camına bakan ve ağlayan ve mısralar yazan ve saçları seyrek bir adamdan... mathilda ve o çirkin adamdan, o küllüğüne yabancı izmarit konduğunda deli olan, ama sevdiğine delice ve derinden susan adamdan... bir çay şimdi ne iyi giderdi...
bu çirkin adamı sevmedi elbet mathilda, ve hikaye burada ne başladı ne de bitti. ağza götürülen sıcak bir çay hala varsa, hikaye hep vardır. dumanlı, yağmurlu, camı buğulu mekanlarda biri bir köşeye çökmüş, muhtemel bir kitabın içine sığmaya çalışıyordur. ve muhtemel sezai karakoç “şapkasını çıkarıp ırmağa atıyordur” daha
ahmet hakan muzazzez akkaya'dan habersizken, ve daha bankalar şiiri bu kadar yağmalamıyorken, üstü çizili dizelerin çoğunlukta olduğu bir defter ve seyrek saçlı adamın hikayesi bizim hikayemizdir. kaçıncı içtiği sigara olduğunun öneminden çok, kaç sigaranın içilmeden dalıp gitmişliğin kıyısında kendini kül ettiğinin zarar ziyan tablosundan bir şiir çıkarabilirdik. ama öyle yapmadık. oturup kederlendik. sustuk. çay geldi, içtik. sonra yine çay geldi… şehir çoğul yalnızlıktı, sokaklar tenhaydı, saçı seyrek adam şiirin ilk dizesine yakalanmış gibi kendini ırmağa bırakmıştı.
altı tüpçü dükkanı olan öğrenci evinde, gaz sobasının gazı bitmiştir, ve ben tembelliğimin üst seviyesinde serilmiş bir kanepeye uyukluyorumdur. o adamdan başka, burnu karadeniz kıyılarının taşkınlığını sivas’a taşıyan bir başka
adamın yanında bir hışımla kavgaya tutuşuyoruzdur. karşıda ucuz dönerci müşterilerine ayran dürüm satıyordur. muhtemelen açızdır. muhtemelen aşık’ızdır. muhtemelen mathilda çirkin adamı sevmiyordur. çatı katından adını söylemekten ürktüğümüz varlıkların dinmeyen sesleri, içine düşmek üzere olduğumuz bir şiiri çekip elimizden alıyordur. günlerden mayıs olsun. yağmur aralıkla yağmaya devam etsin. hırsla evden çıkıp çerkez'in çay ocağına gidelim. aynı masada küskün kalalım, ama hesabı parası olan ödesin. beyler ben meteliksizim olsun en iyi mısramız… "tanrı paraya önem vermez" diyor faulkner, tanrı şiiri kesin sever, biz buna inanıyoruz, başka inandığımız şeyler de var, duvarda zamanı sırtında taşıyan eski eşyalar, silah, kılıç ve tarla sürmede kullanılan bir sürü başka şeyler... saçından bir tel daha düşüyor adamın, azlık ile hafiflemek arasında gizli
bir bağ var ve tam oraya denk düşen sigara dumanı... şimdi buradan kalkılsa, az sonra yine buraya dönecek adamlar, kuyunun çevresinde bir tutam ot peşinde koşan zayıf beygirler gibi, kelimelerin çemberinde dönüp duruyorlar. "ah minel aşk" bir yazının bitişi olduğundan henüz hiç birimizin haberi olmadan susuyoruz... birilerinin cebinde mutlaka hâlâ yenilenen çayları ısmarlayacak parası vardır, çerkez ömer de henüz parayı fazla sevmiyor. babadan kalma alışkanlıkla "gençler bu son çaylar bizden" diyor, demek ki bu gece geç vakte kadar buradan kalkılmayacak, hiç birimiz bir çayın hatrına kaç saat sevgili düşünülür hesap etmiyor. bir tebessüm yolluyoruz çerkez ömer'e. baş işaretiyle karşılık veriyor, her masada birikmiş adamlar(birikmişler çünkü, birden gelip oturmuş kimseler değiller, yıllardan süzülerek ve artarak geldiler buraya) dostluk bu olsa gerek, diye düşünmenin
mathilda'nın çirkin adamı sevmeyişiyle bir bağı var mıdır? çaylar bitiyor, yağmur dinmiyor, hava gittikçe soğuyor, gaz almaya kimse gitmedi hala...
mathilda ve çay ve yağmur
"azalıp azalıp çoğalır ışıklar"