Geçtiğimiz günlerde eski gazete arşivlerimi karıştırırken bir habere takıldı gözüm. 1981 yılında yayınlanmış bu haber, 2020 yılında Türkiye’nin özellikle ekonomi ve teknoloji olmak üzere birçok alanda zirveyi yaşayacağından bahsediyordu. Hatta 2020 yılında piyasaya uçan arabaların bile sürüleceği anlatılıyordu. Kısaca “Altın Dönem” olarak nitelendiriliyordu 2020’ler.
Şu anda 2021 yılının son günlerini yaşamaktayız. 1981 yılının 2020 için beklentilerini ve şu an yaşadığımız gerçekleri karşılaştırdığımızda maalesef gülmemek pek elde olmuyor. Bırakın uçan arabalara sahip olmayı, bugün ekmek almakta bile zorlanıyoruz. Her sabah gözlerimizi güneşe değil, zam haberlerine açıyoruz. Öyle bir zamandayız ki, insanlarla sohbete ekonomi konuşarak başlıyoruz. Hayatımızı ne kadar minimalize yaşayabileceğimizi düşünüyor, sürekli hesap kitap yapıyoruz. Hesap kitap derken, büyük rakamlar gelmesin aklınıza. Yarım kilo peynir almaya karar verilince, yumurta almaktan vazgeçmek gibi düşünün bunu. Gibi olarak da düşünmeye gerek yok, direkt böyle düşünün sevgili okurlar. Bugün geldiğimiz noktada ekonominin kötü olduğunu anlayabilmek için ekonomi araştırmaları yapmaya kesinlikle gerek yok, küçük bir market alışverişine çıkmak ekonominin ne durumda olduğunu anlamamıza fazlasıyla yetecektir. Uçan araba hayallerinden, peynir almak için hesap kitap yapmaya…
Daha önceki yıllarda ekonomi bazı insanların takip etmediği, hatta belki sıkıcı bulduğu ve konuşmamayı tercih ettiği bir konuyken bugün yediden yetmişe herkes ekonomiyi konuşuyor. Çünkü ekonominin bu noktaya gelmesi her meslek grubunu, her yaştan kişiyi kısacası her kitleyi etkiliyor. Öyle enteresan şeyler yaşıyoruz ki, Türk lirasını üretmenin maliyeti o Türk lirasından daha pahalı. Bir avuç madeni parayı tarttığımızda; madeni paraların hurdası, paranın değerinden daha fazla oluyor.
Bu ülke belirli dönemlerde ciddi ekonomik krizleri yaşadı ve atlattı. Fakat insanların yaşamlarını idame ettirmekte hiç bu kadar zorlandığını görmemiştim. Her gün, günlük aldığımız ürünlerin etiketi değişiyor, öyle az rakamlar da değil. Dün beş liraya aldığımız sütü, yarın yüzde yüz zam ile on beş liraya alabiliyoruz. Temel ihtiyaçların giderilmesinde böyle zorluklar yaşanırken, Türk toplumunun şu anda tek beklentisi karnını doyurabilmek iken, uçan arabalar? Önce yemek yemek yiyebilmek mi yoksa bir uçan araba tasarlamak mı olurdu önceliğiniz? Cevaplar malum elbette.
Söyle bir halkın genel durumunu özetledik, şimdi ekonominin neden bu durumda olduğunu ele alalım diyeceğim fakat bunu detaylı bir şekilde açıklayabilmem için bana çeyrek sayfa değil, yaklaşık 10-15 sayfalık bir yazı köşesi vermeleri gerekir.
Ben eskiden Türkiye sorunlarını, tuğlalarla örülmüş bir duvar olarak nitelendirirdim. Tuğlaların birbirine dokunarak bir duvarı oluşturması, Türkiye’deki her sorunun birbiriyle bağlantılı olduğu sembolünü verirdi bana. Örneğin eğitim sisteminde yaşanan sorunların üstünde işsizlik sorunu olurdu. Eğitimdeki sorunların, işsizliği doğurduğunu tasvir ederdi bu duvar. İşsizlik tuğlasının yanında, adam kayırma olurdu. İşsizlik sadece eğitim sorunundan mı gelecek? Hayır. Torpille de bağlantılı elbette, bu ülkede adam kayırmak rövaşta.
İlk tuğlalarla örülmüş duvar tasvirimi yapışımın üstünden yıllar geçti. Bugün o duvara tekrar bakıyorum. Duvar git gide büyümüş. Tuğla sayısı artmış, her gün artmaya devam ediyor. Eskiden ekonominin kötü olmasının belki üç sebebi varken, bugün kırk sebebi var. Ve o kırk sebep yalnızca bizim gördüklerimiz. İşte sevgili okurlar, duvar git gide büyüyor. Büyümeye de devam ediyor. Hem de her sabah. Belki farklı farklı olsa da o duvarda hepimize ait sorunlar var. Biz o duvara bakınca, içimizi bir sıkıntı kaplıyor. Ama yıkmaya da cesaretimiz yok.. Altında kalabileceğimizden korkuyoruz çünkü. O cesaretin olmayışı için kimseyi suçlamıyorum. Cesaretsizliğin altında da binlerce korku var biliyorum. Bir gazetecilik öğrencisi olarak o korkuyu yakından tanıyorum. Ben bu köşe yazımla o duvardaki bir tuğlayı oynatmaya çalışıyorum, ben bugün sansür ve otasansürle mücadele ediyorum. Ama bunu tek başıma başaramayacağımı biliyorum. Biz duvarı yalnızca seyretmeye devam ettikçe, her gün yeni tuğlalar eklenecek. Sorunlara ses olalım, sorunlara çözüm bulalım, seyre dalmayalım. O tuğlaları oradan kaldırıp yalnızca altında duran toprağı bırakalım ve yeni bir duvar örmek yerine yeşil bir saha yaratalım. Ve son olarak. Şemsin meşhur sözünü hatırlayalım; “düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye düşünme, nereden biliyorsun hayatının altının üstünden güzel olmayacağını?”
Bu sözü unutmayalım, hep hatırlayalım ve o enkazın altında kalmaktan korkmayalım.