Hayatı bir araba yolculuğuna benzetiyorum. Kısa, uzun; düz ve engebeli oluşuyla, bazen doğru sanılıp gidilen yanlış yollarla.

Hayatın, pürüzsüz bir asfaltta giderken, bir anda uçuruma yuvarlanmak gibi, her an her şeyle karşılaşabilmek olduğunu düşünüyorum. Hayatın tasvirini kısaca yolda olmak olarak ifade ediyorum. Sonra adına “insan” denen varlığın, yolculuğundaki tutumunu düşünüyorum. Bir soruna kimilerinin çığlık attığını, kimilerinin tebessüm ettiğini görüyorum ve bir de engebeli yollara hiç çıkma ihtimali olmayacakmış gibi “bana dokunmuyor sonuçta” konforuna sığınan insanları tanıyorum. Köşe yazısı yazmaya başladığım ilk günden itibaren, hep sorunları kaleme aldım. Bardağın boş tarafından bakmanın en güzel yanı bu olsa gerek. Sıkıntılarla bezenmiş bir dünyanın içerisinde pollyannacılık oynamayı etik bulmuyorum. Sorunlara, bir ses olabilme arzusu ile yazıyorum. Bugün ki köşe yazımda en büyük sorunlarımızdan biri olan “Bana dokunmuyor sonuçta” konforundan bahsedeceğim.

Hepimizin etrafında bu konfora sığınan oldukça fazla insan var. Fransız sosyolog Jean Baudrillard’ın bu konu ile ilgili söyledikleriyle başlayacağım sözlerime. Ünlü sosyolog, bu kişiler için “Birey, televizyondan Sudan iç savaşını, herhangi bir tuvalet kağıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkta izlemektedir. Televizyonu kapattıktan sonra Sudan’daki iç savaş devam etse bile onun için bitmiştir. İşte bireyin yaşadığı bu evren simülasyon evrenidir. Her şey görüntüden ibarettir, cansızdır” demiştir. Yeni dünya ile birlikle gözü gören körlerin, kulağı işiten sağırların ve hiçbir şey hissetmeyen insanların arttığını düşünüyorum.

Her şey, hissetmemekle; insanın, insanlığı hissedememesiyle başlıyor. Bu aşamaya da kolay gelinmiyor elbette. Kendi hayatının telaşesine kapılan insan, kafasını kaldırıp bakamıyor hiçbir şeye. Telaşından fırsat bulup, müziğin ritmine bile bırakamıyor kendini. Bir kitap okuyup, farklı dünyaların kapısını çalamıyor. Olduğu yerde kalıyor. Ruhunu besleyemeyen insan, hissetmemeye başlıyor. Kendi hayatına öyle takılıp kalıyor ki, kimi zaman en büyük sorununun kendi sorunu olduğunu düşünüyor. Kocaman bir çember çiziyor etrafına, kendini hapsetmek için. Kendi sorunlarıyla uğraşmak yetiyor, çünkü başka bir dünya bilmiyor.

Peki dünyada neler oluyor?

Dünyada pedofili artıyor, Türkiye 16. sırada. “Beni ilgilendirmez” deniyor. Bebeklere tecavüz ediliyor “Benim sorunlarım bana yeter” deniliyor. Dünyada yankılanan çığlıklar var duyulmuyor. İşkence yaparak öldürülen hayvanlar, çocuklarının karnını doyuramadığı için kendisini öldüren anne babalar, üniversite yıllarını aç geçiren öğrenciler, tecavüz edilen ve öldürülen binlerce kadın, aile içerisinde infazı gerçekleşen bugün hala kanıtlanmayan yüzlerce cinayet, dünyanın farklı yerlerinde yaşanan deprem ve seller, orman yangınlarında ölen canlılar, Afrika’daki susuzluk, homofobi, okula gidemeyen çocuklar, borçları yüzünden kendini öldüren insanlar, hastane koridorlarında hastalıkla boğuşan milyonlarca insan, hasteneye gidemediği ve ilaç alacak parası olmadığı için ölenler, yırtık ayakkabısını saklamaya çalışan çocuğun utancı… Hala “bana dokunmuyor sonuçta” konforuna nasıl sığınabiliyorsunuz?

Yazımın başında “Hayatın bir anda uçuruma yuvarlanmak gibi, her an her şeyle karılaşmak olduğunu düşünüyorum” demiştim. Bir gün bir enkaz altında kalmayacağınıza, ilaç parasına muhtaç olmayacağınıza nasıl bu kadar eminsiniz? Kurtardığınız, el uzattığınız her hayat ve sorun, kendi hayatınızı kurtarmak demektir. Kendinizi hapsettiğiniz duygusuzluk çemberinden çıkmanız, ses çıkarmaya ve el uzatmaya cesaret edebileceğiniz günlerin dileğiyle.