Dogmatizm, doğuştan sorgulamaya programlı beyinleri zorlayan bir felsefedir. Bu felsefeyi savunanlar ise genelde fanatikler yani bir öğretiye çoşku ve tutkuyla bağlı olan bağnaz kişilerdir. Bu felsefenin karşıtı ise septisizm yani kuşkuculuktur. İnsanı insan yapan özellikler arasında düşünme ve sorgulama vardır. Geçtiğimiz günlerde bir konuda hakkında bu nasıl olur, neden böyle olmuş diye sorular sorarken bir arkadaşımın “Kader işte olacağı” varmış demesiyle garip bir tebessüme kapıldım.
Toplumun, aklı ve bilimi devreye sokmadan geleneklere ve göreneklere, batıl inançlara nasıl bu kadar körü körüne bağlandığı ve insanın; insanı insan yapan beynini kullanmıyor oluşu yüzüme bir tokat gibi çarptı. Tarih boyunca dogmatizmin yarattığı yıkımları ve acı sonuçları hepimiz gördük. Örneğin Orta Çağ’da deneylerle tanıtlanamayan konular, işkencelerle tanıtlanmaya çalışılmıştır. Suçu olmayanın ateşe atılsa bile yanmayacağına inanılmıştır, buradan da ateşe atılan kişilerin suçlu olduğu anlaşılmıştır. Ne kadar acı verici değil mi? Peki Hristiyanlıktaki aydınlanmanın dogmatizme karşı verilen bir mücadele sonucu oluştuğunu biliyor musunuz? Dogmatizm, gelişmemenin en temel sebeplerinden biridir. Dogmatizme saplanmış topluluklar yıkılmaya mahkumdur.
Açıkladığım bu konuyu sizlere günümüzle harmanlayarak anlatmak istiyorum. İçerisinde bulunduğumuz Türk Kültürü, oldukça köklü geçmişe sahiptir ve bununla birlikte coğrafya gereği kültürünü çok çeşitli kültürlerin birikiminden almıştır. Türkler geleneklerine göreneklerine bağlı bir millet olarak kültürünü her zaman korumuştur. Ben her kültürün bir lezzet ve güzellik olduğunu düşünüyorum. Ancak bazı yapılarımızda da bir takım değişimlere ve gelişimlere ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Geçtiğimiz günlerde bir gazetede İstanbul Sözleşmesini konu alan bir köşe yazısı okudum. Yazar, istanbul sözleşmesini onaylamadığından bunun Türk aile yapısına uygun olmadığından bahsetmiş. Geçtiğimiz günlerde Uzman psikolog Mücahit Gültekin ve Merve Şahin, Türkiye ile dünyanın en gelişmiş ülkelerinden Norveç, Finlandiya,İsveç ve İzlanda’yı karşılaştıran bir “toplumsal cinsiyet” araştırması yapmıştı. Yapılan araştırma sonucunda Türkiye'nin, eşi veya partnerlerinden fiziksel ve cinsel şiddete maruz kalma konusunda yüzde 41.9 oranıyla en başta olduğu kaydetti.
Şimdi soruyorum, artık bir şeyleri düşünme vakti, dogmalardan biraz da olsa arınma zamanı gelmedi mi? Hala Türk aile yapısının korunması için İstanbul sözleşmesi olmaz diyebiliyor musunuz? Türk aile yapısı, bizi mutlu ediyor mu gerçekten? İşin komik tarafı Türk aile yapısı bu mu gerçekten? Milyonlarca insan bağırırken, neden hala sorgulamaktan ve değişimden korkuyorsunuz? Konfor alanınızda “bugüne kadar böyleydi, böyle süregelsin" diye kaleminizi oynatırken, o esnada kaç kadın dayak yiyor, kaç kişi ensest ilişkiye zorlanıyor, tecavüze uğruyor biliyor musunuz? "Siz sırtınızı yaslamış, Türk aile yapısı bozulmayacak” derken, o evin içindekileri düşünmeden bunları yazarken, kaç kadın psikolojik şiddete uğruyor biliyor musunuz? Belki de biliyor fakat değişimin, konfor alanınızı bozacağınızdan korkup dogmalara sığınıyorsunuz. Dogmaların, yaşadığımız coğrafyayı başımıza yıkacağını düşünüyorum.
Mustafa Kemal Atatürk, “Yaşamda en gerçek yol gösterici, bilim ve tekniktir. Bilim ve tekniğin dışında yol gösterici aramak dalgınlıktır, yoldan sapmaktır. Hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural tanımıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.” diyerek bizlere gelişimin anahtarını bundan yıllar önce vermiştir. O anahtarla, bir gün kilitlerini açabilmeniz dileğiyle..