bütün olup biteler bir kaderin çevresi etrafında mı gelişir, yoksa insan seçimleriyle bir kader mi oluşturur? bunu felsefeci yahut teoloji uzmanı olmadığımdan cevaplamam mümkün değil. Ancak bir edebiyatçı olarak sezgilerin yardımıyla kendimce olanı ifade edebilirim. çok da aman aman derin bir bakış açısı yahut varlık sancısı ile tezahür eden bir durum değil aslında. kendime döndüğüm vakitlerde, içeriden bir gözle kendi olup bitenimi, geçmişimi ve şimdimi sebepler olgusu içerisinde anlamak istediğimde şu soru önümde çıkıyor. “şimdimi oluşturan ne?” bir kalemde onlarca hatta yüzlerce hayatıma dair kırılmalar, birbirine bağlı sebepler sayabilirim, ama bunların neredeyse tamamı bir yerden sonra ırmağın kendini bir süre sonra kuma gömmesi gibi gömülüp izini kaybettiriyor. elimde şöyle ucundan tuttuğumda günümüze değin gelen tek bir şey kalıyor. “kelimleler” biraz daha geniş açılımıyla ifade etmek gerekirse; okumak ve yazmak. çocukluğumun belli dönemini saymazsam hep benle olan yahut hep benim içinde olduğum şey olmuştur bu.
çok detaya inmeden ve meseleyi boğmadan bir çırpıda soracak olursam; “ okuma ve yazma hayatımda bu denli yer etmeseydi, şimdiye kadar yaşadıklarımdan kaçını yaşardım? Ya da daha mı çok mutsuz olurdum? bu öylesine karşılaşma ve sonra kopamama hali miydi? yoksa susuzun suyu çağırması kadar içten ve yakıcı bir isteyiş mi? ya da benden alınan bir şeyin yerine ikam ettirilen başka bir şey mi? doğrusu hep sordum ama hiç cevap bulamadım… bilebildiğim şuydu; maceram, şayet macera denecek denli bir şey yaşadımsa, hep bu iklim içinde akıp durdu. başlarda bir heves olan, basit kaçmaların, sığınmaların belki, bahanesi olan “kelimeler dünyası” ben farkettiğimde çoktan sarmaşık gibi beni sarmıştı. öyle ki kendime her baktığımda, aklıma her kendimi getirdiğimde kelimeler denizinde çırpınıyor buldum. çok zaman başkalarının kelimeleriydi evet, öyle çok uzun uzadıya yazan biri de değildim, ama kelimeler yazıya dökülmese de, kendimle kendimi konuşur buldum. insanlarla iletişime geçen ben ötesinde, bir zarla ayrışan ve başka bir varlık haline dönüşen başka bir ben yarattım, başlarda çatışsalar da, ikisi arasında gelgitlerin yaşasam da zaman geçtikçe çatışmanın ve gelgitlerin yerini, uzlaşı hatta bir süre sonra birbirine bulaşmadan geçinip gitmeye bıraktı. iletişim halindeki ben, yani çoğunluğa dönük ben, göründüğümden ve sarf ettiğim üç beş ezber kalıp ifadelerden ötesi hiç olmadı. küçücük bir kasaba gibi tek caddeliydi ve başından sonuna hemen ulaşılabilinirdi. ama diğer;, kelimelerden ördüğüm, içimde neredeyse sonsuz çınlayışların olduğu, anlamların birbiriyle deveran ettiği; binlerce, on binlerce tanımlanmayı bekleyen, sıraya dizilmesi gereken, sorumluluğunu yüklenmem gereken sözcüklerden ibaret ben, yani metropol şehir. işte o hiç de uysal olmadı… hep bir teyakkuz, hep bir kıyama kalkma, hep sonsuzla söyleşme hali, karmaşa, kaos… bir insanın yükleneceğinden daha fazlası içimde birikti, büyüdü, çoğaldı. kitapların, kelamın peşinden koştum, okudum, yazdım, sildim. sanki bir rüyaydı her şey ve ben dinmeyen susuzluk çekiyordum. her yanım çöl ve gördüğüm her seraba(kelimeye) saldırdım. hiç uyanamadım. belki de hiç rüya görmedim ve belki de hiç olmadığım kadar ayık olmanın bir başka şaşkınlık haliydi benim ki. bir kez uyuyabilseydim, bir kez gerçekten rüya görebilseydim, yaşadığım her neydi ise anlayabilirdim. ve anladığım andan itibaren kasabam olan ben’e döner, orada kısa, net, yalın cümleler kurardım.
kelimeler metropolünde bir benzerime rastlarım umudu, bana benzeyen birinin de var olma fikri zaman zaman içimde bir ferahlık oluşturmadı değil. bunun için deneyişlerim oldu, aramalarım, iletişim çabalarım, ama geldiğim nokta hayal kırıklığından öteye geçmedi. aslında bir başkası dediğim, benzerim olarak gördüğüm, aynı şehrin insanlarıyız sandığım herkes yine kendimmiş. ben ne söyledimse bana söylemişim. ne söylendiğini sanmışsam yine söyleyen benmişim. aynı kitabı okuduğumuz, aynı kitapta umutlandığımız, aynı kitapta kaybolduğumuz, aynı kitapta birbirimizi bulduğumuz kaç insan var ki. aynı cümlede bile uzağız birbirimizden...
kütüphanedeki kıza abayı yakmakla başlayan “kelimeler” serüveni, bir kaderin kaçınılmazlığı mıydı, yoksa başka bir şey miydi? bunu hiç bilemedim, ve sanırım yaşadığım sürece de bilmem mümkün olmayacak…belli ve kesin olan şu, şimdi yeniden başa dönseydim, ne aşka ne kelimelere bulaşırdım. birkaç koyun, birkaç tavuk… yaşar giderdim… kim bunun daha kötü olduğunu söyleyebilir ki…