ben en çok inanmayı sevdim. ömrümün en uzun koşusuydu inanmak, en masum olanı, en çaba gerektireni… belki de tek mümkünümdü, inanmak…
insan, gözlerini nerede açmışa, oranın rengiyle görüyor her şeyi, yeşilin sarıya durduğu mevsimde doğdum. neşenin beklemeye, yağmurun güneşe evrildiği, yazın ilk ayında… yani ölmenin zor olduğu haziran’da doğdum. ne gördümse, neye dokundumsa, neyi hayatıma aldımsa gittikçe sarardı, gittikçe olgunlaştı, gittikçe yandı. çabucak öldü…
inanmak kimileyin poyrazla geldi, kimileyin göğü kaplayan buluttan düşen üç beş damlayla. hiçbir şey gelmediğinde beklemenin adı oldu inanmak…
yaşamak bir sanrı olmamalıydı, yaşamak “yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalktığında” da devem eden toz toprak yollardı. kıyısında köşesinde elbet ot yeşerecekti, bir ağaç çok uzaklardan da olsa kökünü ortadan kalkan sokağın tam ortasında boy verecekti, bir çocuk düşse de kalkıp koşacaktı…
yaşamak “bir ağaç gibi” olmasa da bir insan gibiydi. enine boyuna gölgesi kadar bir insan. hiçbir ses “gel” demese de, içinde gidişler biriktirdim, içimde gelirseye “gönlüm aralı” kaldı. ihtimal, mümkünlerin en olmayacak olanıydı ben inandım.
bir umuttu inanmak, yaşamak için en geçerli sebep. onu aradan çıkardığımda ne benden, ne doğduğum topraktan geriye bir şey kalıyordu. bir kamyon kasasına doldurup götürebileceğimiz kadardı, mülk dediğim her şey, ben kalbimi hiçbir kamyona sığdıramadığımdan olsa gerek, yürüdüm; daha uzun, daha geniş, daha sarp yollara saptım. döndüğümde hala kamyon kasasını doldurmuyordu evin içindeki zenginlik. ben kış geceleri üşüdüğümde pencerenin camındaki buza resimler çizdim, soba yandığında ben ısındım, çizdiğim resimler eridi.
elime ilk aldığım kitap(cin ali’yi saymazsak) çehov’un hikâye kitabıydı. orada da bir adam, uzun kış gecesinde, uçsuz bucaksız bozkırın ortasında yolunu şaşırmıştı. tipi vardı. gözgözü görmüyordu. at yorgunluktan ve soğuktan ölmüştü, adam ölen atın sıcaklığına sığınarak hayatta kalmaya çalışmıştı. o günden sonra kitaplar ölü atın sıcaklığına sığınarak hayatta kalmaktı. cama resim çizmeyi bıraktım, kitaplara sığındım. ne olduysa ondan sonra oldu. kelimelere inandım…
aşka inandım, mecnun ne kadar sermest idiyse, ben o kadar kendimdeydim. leyla hiç konuşmuyordu, oysa juliet hem konuşuyor, hem romeo öldü diye zehri hiç düşünmeden içiyordu. bu yüzden leyla’yı değil juliet’i sevdim. benle konuşsun istedim, benim için cümleler kursun, benim için ölmesin ama yaşasın. kelimeler hep ağzımdan net çıktı. leyla bu yüzden sadece leyla’ydı, dilim juliet’e sürçtü. gerisine yürüyemeyecek kadar yorgundum.
inanmak konuşmaktı, inanmak, yazmak, inanmak her yağmurda bir şiire başlamaktı… inandım ve sustum…