Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sürecinde nice komutanın, askerin, aydının, ahalinin ve isimsiz kahramanın olduğu muhakkak olsa da Atatürk’ün azmi, inancı ve iradesi ayrıca takdire şayandır. Bir parça toprağı vatan yapmak, bazen yetmez keza vatana devlet ve devlete işleyiş kazandırmak icap eder. İktisattan güvenliğe ve istihbarattan eğitime dek nice mühim noktalara nizam kazandırmak... Devlet, böyle peyda olur ancak değil mi?
İşte, Türkiye’nin kendi ebedi yolunu bulmasında “milli eğitim” meselesine Başöğretmen Atatürk özel bir hassasiyet göstermiş ve süreklilik için nice kanun, kararname ve emir çıkartmıştır. Öyleyse gelin başöğretmen kimdir ve milli eğitim onun nazarında nedir, sualini tetkik edelim. 1 Kasım 1928, bir dönüm noktasıdır sanki keza Arap alfabesine Türkler, İslamiyet’e “merhaba” demiş olduktan sonra ilk defa “güle güle” demiştir. Çoğunluk, bu tarihten hemen sonra jilet kesiği gibi Latin alfabesine geçiş olduğunu sanır lakin hakikat bu değildir. 24 Kasım 1928 yılında Millet Mektepleri açılır keza halkın yeni alfabeye alışması süreci olabildiğince kısaltılmalıydı. Yine aynı tarihte Atatürk, “Başöğretmen” unvanına layık görüldü. Bu unvanın hakkını daha önce olduğu gibi ilerleyen yıllarda da verecek olan Atatürk, milli eğitimin önemini nice aydından çok daha evvel idrak eder.
Bir nutkunda “Kültür(…)” der ve şöyle devam eder, “(…)yapıldığı, geliştiği yerin özelliklerine bağlıdır. Bu yer, ulusun özyapısıdır.” Demek ki Türk milletinin bin yıllara varan kültürünü muhafaza edip devam ettirmek için milli eğitim, layık olduğu özene kavuşmalıdır. Peki, ya nasıl..? Her şeyden evvel Atatürk için tek kilit nokta var idi: Üretim, üretim ve yine üretim… Bu derece ehemmiyet arz eden nokta, ancak ve ancak köylünün eli ile olabilirdi. Yeni kurulan cumhuriyet Türkiye’sinin köylüsü ne vaziyette idi? I. ve II. Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Mücadelesi veren Türk milletinin emektarı olan köylü, fena halde idi. Bilgisizlik ve tıbbi sorunlarla boğuşan halk, Atatürk’ün ne gözünden kaçtı ne de gözünü korkuttu. Milli eğitim ideali için yapılması gereken ne ise yapılacaktı keza Gazi, kafaya koyduğunu muhakkak yapardı: Tarih, buna kefil…
Bir nutkunda da şöyle der Ulu Önder, “Demiştim ki, bu memleketin sahibi aslisi ve heyeti içtimaiyemizin unsuru esasi köylüdür.” ve akabinde ekler: “İşte bu köylüdür ki, bugüne değin bilgi ışığından yoksun bırakılmıştır.” Bu apaçık hakikati gören ve dillendiren Atatürk, ne yaparak bilgisizlik ile mücadele edecekti? Cevabı basit: Bilgisizliğin üzerine gidip bilimin nurunu tüm vatana yayarak… Evvela okuma ve yazmayı öğrenecektir, köylü ama Latin alfabesi ile. Aynı zamanda dört işlemin kavranması, kâfi ölçüde coğrafya, tarih, din ve töre bilgisi öğrenmek; tüm bunlar, bilgisizlik tarafından pusuya düşen Türk köylüsünün kurtarılması için yapılacak ilk ve acil adımlar idi. Peki, ya başka?
Bir teorik vardır bir de pratik... Kimi işin kavranması için teorik yeter de artarken kimi husus vardır, ille de pratik der. Mustafa Kemal Atatürk de köylünün dört bir yanını meşgul eden bilgisizliğin imhası için pratikten yana idi. Bu inanç; eğitim ve öğretimin tartışılmaz ana kuralı olmalıydı, Gazi nazarında keza her ne kadar günümüzde tam aksi için diretiliyor olsa da. Tam olarak bu hususa temas eden Gazi, şu sözleri sarf eder: Eğitim ve öğretimde uygulanacak yöntem, bilgiyi yaşamda başarıya ulaşmayı sağlayan, işe yarar ve kullanılabilen bir aygıt durumuna getirmektir.” Hani, sözel derslere daha kabiliyetli olan gençler vardır, matematik dersinde trigonometriye maruz kaldıklarında hep bir ağızdan sorarlar ya, “Hocam, bu benim işime nerede yarayacak?” diye. Ne soranda suç ne de trigonometrinin fikir babası olan Nasîrüddin Tûsî’de. Naçizane benim fikrim odur ki; suç, “Öğretmenler, yeni nesil sizlerin eseri olacaktır!” sözüne muhatap olan öğretmenlerde…