Gazi’nin de dediği üzere yeni neslin sanatkarlığını icra ettiğim günlerden bir gün… Ders, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın da dediği gibi elbette ses bayrağımız olan Türkçe… Konu, okuma ve yazmanın mihenk taşlarından biri olan noktalama işaretleri… Duyguların şekle yansıması olan işaretlerden en mühimi, ünlem… Düstur üzere ünlem işaretinin tanımını öğrencilere yalın bir dil kullanarak kavrattıktan hemen sonra örnek cümle vermek üzere kaynak kitabıma eğildim. Üç beş örnek yok değildi önümde fakat ben Ulu Önder’in o tüy ürperten meşhur hitabını misal vermeyi arzu ettim: “Ey, Türk gençliği!”
Verilen misal, öğrencilerimden birinde aynen şu sual şeklinde karşılık buldu: “Öğretmenim, neden mutlu Türk’üm diyene?” Ayakta dikilmiş bir vaziyette iken gelen şu ağır mı ağır soru, beni olduğum yere çakıverdi. Olağan anlarda bana hep dar gelen o dört duvardan peyda olma sınıf, sanki o an uçsuz bucaksız Türkistan bozkırlarına denk idi. Bir an düşünmedim değil, bu uçsuz bucaksız bozkırda şu Türk oku gibi hedefini daha henüz yaydan çıkmadan evvel haklayacağına çerisini inandıran sualin tek muhatabı ben miydim? Evet, muhakkak bendim!..
Gazi Mustafa Kemal, ne dediyse hakikate o ermedi mi sanki. “Geldikleri gibi giderler.” derken de haklı çıktı, tüm cihan şahit; “Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir.” derken de keza bu uğurda nice reform, nice devrim gerçek oldu. Velhasıl o, ne dediyse peyda oldu. Kim inkâr edebilir, bir milletin yurdunda barışın hükmü geçmedikçe cihana hâkim olamayacağını. Yine kim kulak asabilir, “Taş kırılır, tunç erir fakat Türklük ebedidir.” tespitini işitir işitmez. Bu demek oluyor ki ne kâhin ne de falcı… Bizden biri, bizim kandan, bize benzer… Atatürk, dediyse eğer “Ne mutlu Türk’üm diyene.” bu mutluluğa ikna edilecekler için nice nedenler arayıp bulma gayreti ne bedbahtça ne abes ne iğrenç…