“Eline…” der ve devam eder Hacı Beştaş-ı Veli, “…beline, dilini sahip çık!” Aynı düstur Selçuklu Devleti zamanında faaliyet gösteren Ahi Teşkilatı kaidelerinde de olmazsa olmaz idi. Dile sahip çıkmak, ona mukayyet olmak..? Herhalde, ağzımızdan çıkanı kulağımızın duyması gibi bir şey… Öğretilen her bir harfe kırk yıl köle olabilmek düsturu varsa mayamızda Hz. Ali hesabıyla niçin ağızdan çıkan her nahoş harfe kırk yıl azap olmasın, öyle değil mi? Mevzu bahis, layığı ile konuşmanın önemi değil, bugün. Mevzu bahis şudur ki; Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın tabiri ile ses bayrağı Türkçenin layığı ile muamele görmemesinin, yakın bir gelecekte Türk milletine vereceği zayiattır.
17 Haziran 2021 tarihli bir haber başlığı: “Sivas Belediye Başkanı: Türkçe isim kullanan işletmelere yüzde 75 reklam vergisi indirimi uygulanacak.” Güzel bir haber değil mi? Bu habere bir sosyal medya uygulamasında yayımlanan içerikleri incelerken tesadüf ettim. Hemen akabinde haberin doğru olup olmadığını araştırıp olumlu yanıt aldım. Haber doğru idi ama benim aklım başka bir yerdeydi: Acaba, bu haber içeriğine gelen yorumların kalitesi nasıldı? Evet, üşenmedim ve tek tek onları inceledim. Çoğunluğun düşüncesi aynı idi: Güzel haber…
Bir çuval inciri berbat eder ya bir çürük incir, aynen bu sözün vücut bulmuş hali, dikkatimi cezbeden bir yorum oldu ve o, mealen şöyleydi: “Onca derdimiz halloldu da sıra Türkçenin korunmasına mı geldi?” Bir anlamda haklı idi keza Türkiye’min derdi öyle çoktu ki… Allah, beterin beterini vermesin derler ama dertler içinde Türkçenin bir ufak ayrıntı olarak algılanması, bana çok acı geldi. Türkçe, yabancı dilerlin istilasına uğramış ve boğum boğum boğulmakta ama daha ona sıra var, mı diyeceğiz? Haşa!..
Demokrasimiz çatlaklarla dolu, hasar almakta ekonomi, can evinden vurulmakta analar, yeni neslin umudu olmuş, göç, lüksün adı yok ve unutulmuş temel ihtiyaçlar, adil olmak hak iken adaletin eli hangi ceplerde..? Öyle ya da böyle dert çok ama devası da yok değil, hani. Peki, ya nedir, devası? Elcevap: Türkçedir. Kurtuluş, Türkçede. İstikbal, Türkçede. Umut, Türkçede… Oktay Sinanoğlu’nun da dediği gibi, “Türkçe giderse Türkiye gider.” E, hangimiz Türkçeye olan bu “duru koysun şimdi zamanı mı?” zihniyetinin bir kıyamet arifesinin alameti olmadığını iddia edebilir ki?
Türkçe, Türkçe ve yine Türkçe… Felahın şifresinin Türkçe olduğuna sizi ikna edemem belki ama yapacağım kısacık bir alıntı ile Türkiye’mdeki birçok büyük derdin devasının Türkçe olduğu inancının ilk fitilini zihinlerinizde yakabilirim.
Günlerden bir gün her zamanki gibi sorular üstüne sorular yönetilirken Konfüçyüs’e, kalabalıktan bir haykırmış, gür sesle: “Bir ülkeyi idare etmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu” Daima güler bir yüzle etrafındakilere muamele eden düşünür, gür sesin yükseldiği yöne doğru hafifçe dönmüş ve yüzündeki tüm kasları gevşeterek hissiz bir tavra bürünmüş. Tabiri hoşsa, bu üç yüz altmış derecelik değişim, başta soruyu soran olmak üzere tüm ahaliyi koca bir sessizliğe itmiş. Ciğerlerini Sarıdeniz’den koşarak gelen deniz havasıyla dolduran Konfüçyüs, şöyle cevap vermiş muhatabına: “İşe önce dili düzeltmekle başlardım. Çünkü dil bozulursa kelimeler düşünceleri iyi anlatamaz. Düşünceler iyi anlatılmazsa, yapılması gereken işler yapılamaz. Görevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve düzen bozulur. Töre ve düzen bozulursa, adalet yoldan sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. Bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.” Velhasıl, öyle meret bir dert ki, bulaşmış dilimize.