Türkiye’nin Osmanlı Devleti’nden aldığı nice mirastan biri de köy sorunları ve köylü kesimin talepleri idi. Osmanlı, köyü kendi haline mahsus ya da değil öyle ya da böyle bırakır. Köye sahip çıkması, köylüyü koruyup kollaması için payitahttan yollanan memurlar takımının ise vardıkları coğrafyaya yarardan çok zarar getirmediğini kim söyleyebilir. Bu durumun müsebbibi ne idi? Memurun görev aşkıyla gelip çalışmasına mâni olan ne idi? Köyün imarı köylünün ihyası dururken aksini icra etmek neyden ötürü idi?..
Tarihe baktığımız vakit Osmanlı Devleti’nden hemen sonra kurulan bir devlet ve miras alınan sorunlardan kaçmak yerine bilakis bunların üstüne tek tek giden bir Atatürk ve yakın çalışma arkadaşlarından oluşan bir kadro ile karşılaşıyoruz. Türk hükümetleri köyün canlandırılması için bin bir türlü projeler geliştirmeyi ve bunları icra etmeyi bildi fakat yine de köyden ve onun bağrında muhafaza ettiği cevherden layığı ile yararlanmak nasip olmadı. Peki, hükümetler neyi, nerede, nasıl yanlış yaptı?
Köyün sorunları var, dedik tıpkı köyün bünyesinde kem gözlerden koruyup kolladığı cevherler olduğu gibi. Bu sorunları tek tek aşmak için evvela onları ifşa etmek gerektir. Bu ifşanın ilk basamağı tabiatı tanımak ile olacaktır keza tabiat olayları köyün ve köylünün en baş dostu yahut düşmanı olabilecek potansiyele maliktir. Evvela iklim faktörü dikkati celp eder: İklim, köyü etkisi altına alan birincil husustur. Köy Enstitüleri’nin fikir babası olan İsmail Hakkı Tonguç’un şu sözü dikkate müstahaktır: “İklimin menfi tesirlerinden kurtulamayanlar, enerjilerinin büyük bir kısmını bunlardan kurtulmak için sarf ederler.”
İklimin ifşası hemen akabinde toprağın tanınmasını gerektirir. Toprak, köylü nazarında, bilincinde, kimyasında bir şehirliye göre pekâlâ çok farklı tesirlere sebebiyettir. Toprak, köylünün atası, anası, balası denli mühimdir: Topraksız ne köy peyda olur ne de köylü. Yiyecek de giyecek de yakacak da oturacak da topraktan olmadır. Toprak bir sırdır, çözülmeyi bekler pek bir nazlı eda ile. Bu sırra malik olacak olanlar hiç şüphesiz bilime sırtını dönenler değil bilakis bilime sırtını verip onun tüm sıcaklığını iliklerine dek hissedenlerdir.
Toprağın ifşası söz konusu olduktan hemen sonra suyun köy ve köylü için ehemmiyeti akla gelir. Su için bilinen bir hakikat var ise o da şudur: Su, hayatın ta kendisidir. Hayatın ispatı için birincil etken hiç şüphe yok ki sudur. Suyun kırılması yahut tükenmesine bir zerre sebep olmak büyük vebal olsa gerektir. Öyle ki Tonguç şu sözleri sarf eder suyun Türk için önemine dair: “Su, Türk köyünün canıdır.”
Sonuç olarak köyün imarı ve köylünün ihyası öyle aman aman dillere destan plan ve projeler arzu etmez: Mesleği hakkı ile ifa edecek gönüller kâfi gelecektir. Köylüyü kuru kuru okutup büyük adam yapmak gayreti alkışa müstahaktır fakat asıl olan köyün imarıdır, köye bilimin güven ve heyecan verici ziyasıdır. Bu ziyayı, Türk köyü ezelden ebede talep etmeyi hak etmektedir. Bu hak, göz ardı edilmekten mendir..!