İlkokula başladığım yılları hatırlıyorum, yaşımız küçük ve bedenimiz cılız… Nedensizce adına anne dediğimiz varlıktan bir rutin halinde uzaklaşmanın acısı… Her gün ve yine her gün belli saatler arasında ondan uzak, ben gibi nice çocukla bir başka büyüğe gün boyu tâbi olmak… İlkokul sıralarına düşmenin verdiği buruk hissi kırk türlü anlatmak mümkün ama o günleri şen eyleyen birkaç faaliyetten biri koroca şunları söylemekti belki de: Mini mini bir kuş konmuştu… Daha dün annemizin… Mini mini birler… Çocuk aklı deyip geçmemek lazım keza şu nice şarkı içinde çocuk aklımı haykıra haykıra söylerken kurcalayan tek şarkı şuydu: Orda bir köy var uzakta…
Dillere destan Osmanlı, cihada koşan Osmanlı, gönüllere varan Osmanlı; 1900’lerin başlarında viran, perişan, aman vaziyettedir. Dertlenmek için nice sebebi vardır, aydının, ahalinin, esnafın. Osmanlı İmparatorluğu’nun hakim olduğu bir çağa rast gelecek denli bahtlı olmak ile bu rastlaşmanın 1900’lere denk gelmesindeki bahtsızlık ne trajikomik ama..? İşte, Ahmet Kutsi Tecer de böylece bahtlı olmak ile bahtsızlığa tutsak olmak ikilemi arasında kalan nice Osmanlı aydınından biri idi. Vurgundur; halka, tebaaya, köylüye. Anadolu’ya olan aşkı adı gibi kutsaldır, Ahmet Kutsi’nin. Şöyle der bir keresinde: “Ben ömrümün sonuna kadar Anadolu’yu dinleyeceğim ve onun sesini dinletmeye çalışacağım.”
Nice tiyatro metni kaleme alır, nice düz yazı neşreder ve niceler nicesi şiire can verir. İşte, “orda bir köy var uzakta” da bu cana talip olan şiirlerden biridir. Dizelerine kaptırsa kendini bir okur ve kulak verse tınıların sesine; durup düşünmeden, sorgulayıp muhakeme etmeden geçemez şu cümleleri: Orda bir köy var uzakta/ O köy bizim köyümüzdür/ Gezmesek de tozmasak da/ O köy bizim köyümüzdür. Sormadan edemiyor, insan kendine: O, köy bizim ise niçin gezmemek ocak ocak ve tozmamak bucak bucak..?
1900’lere dek ne saray ne de aydın, Osmanlı’nın payitahtından ötesine geçmemiş, geçmek için tenezzül etmemişti. İstanbul dışındaki her yer, gezilip tozulamayacak denli kaba, köhne ve kirdi. Bu bakış açısının buram buram estiği yıllardan köy de köylü de nasibini pekâlâ aldı ve kendi yağında kavrulmak zorunda olanlar listesinde adını en üst sıralara yazdırmakla sınandı. Ahmet Kutsi Tecer’e dek “orda bir köy olduğunu” ne bilen ne de duyan vardı. Belki de ilk defa ordaki köyü gezmese de tozmasa da farkına varan yani onu yok saymayan, Ahmet Kutsi idi.
Öyleyse köye Osmanlılaşmamış yurt ve köylüye Osmanlılaşmamış Türk muamelesi yapan saray erbabı ve aydın takımının zayiatı neydi? Söyleyecek ne çok söz ve sayacak ne çok mesele var fakat “köylünün babası” lakabını hak eden İsmail Hakkı Tonguç’un şu sözlerine kulak versek kâfi gelecektir muhakkak: “Köylü köleleşirse millet de köle olur. Köylü sürünürse millet de sürünmeye mahkumdur. Köylü çıplak kalırsa millet de çıplak kalır. Köylü, ekmeğine kepek katarsa kasabalı da bunu yapmaya mecbur olur. Köye dayanılmazsa, dayanılacak temel bulunamaz.” Bu demek oluyor ki, köyden gayrı düşen önden “daima” ayrı kalır.