Milyonlarca yıl boyunca doğadan ve onun muamelesinden ödümüz koptu. Hep bir çekinceyle yaklaştık ona. Doğa olaylarına nice anlamlar yükledik, nice duygular: Çakan şimşek, kızan bir tanrıya delalet iken bardaktan boşalırcasına yağan yağmur, tanrıdan ikram idi nazarımızda.
Ne inekler ne de kartallar doğaya kafa tutmaya cüret edecek bir eylemde bulundu. Ne civciv ne de karides nizam vermek için çaba harcar doğaya karşı. Bitkileri saymama lüzum dahi yok... İnsan haricinde kalan diğer tüm canlıların haddine mi doğaya ayar vermek? Ne şikâyet ederler doğadan ne de isyan ettikleri olur ondan ötürü.
Destanlara, efsanelere, halk hikâyelerine dek işlemiş bir insan – doğa ilişkisi ile karşı karşıyayız: Nizam üzere kurulu bir ilişki... Çok değil 200 yıl kadar önce ne insanın içinden gelirdi doğaya hükmetme arzusu ne de doğayı alt etmek hırsı bürümüş idi bedbaht çakraları. Doğa ananın nimetlerinden yararlanmaktan gayrisini düşünmek haram idi sanki ve büyük bir günah.
Fizik kurallarından yararlanarak gemiler inşa edildi, geometriden yardım alarak piramitler boy boy dizildi. Astronomi yüzünden bazı kavgalar çıktıysa da hakikatin tecellisi en sonunda herkeslerce kabul edildi. Gerçi hoş, dünya yuvarlakmış yahut değilmiş diye bir yaygara koptuysa da gerçek çok sonraları belli oldu: Her ne kadar bir düz dünya teorisyenleri ve taraftarları olsa da eskisi gibi taraflarca kan dökülmüyor oluşu tek tesellimiz olsa yeridir.
Yön bulmak için, zamana kement atmak için ya da en basitinden yemek, içmek, giyinmek, barınmak için hep onun kapısını çaldık: Daima doğa ananın yanı başında bittik, derde müstahak olduğumuz vakit. Hayvanlar âleminden nice dersler çıkardık; kış uykusuna yatmak, güneşlenmek ve Habil ile Kabil’in mirası olan ölüleri gömmek eylemi…
Çok, çok uzun zaman geçti. Birike birike gelen kocaman bir veri tabanı, son 150 yıllıklardan olan insanoğluna ulaşmayı başardı. Öyle çağ ki; maddeperverliğin boy verdiği, kandan beslenenlerin yer altından çıktığı, enecilerin, egoistlerin, bencillerin hızla türer olduğu zamanlar... Ruhunu satan yahut vicdanını bir yerlerde unutan eli güçlü insanlar, doğaya kafa tutma politikasına başlamakla ne iyi etti?
Doğadan bahis açıp da J. J. Rousseau'dan bir alıntı yapıp değerlendirmemek ne büyük acizlik olurdu. Şöyle deyiverir üstat, Her şey Allah’ın elinden çıktığında iyidir, insanoğlunun eli değdiği vakit bozulur." Öyle mi? Bu sözün derinine temas etmeden güncel bir örnek vermek kâfi gelse arzusundayım. Bill Gates’in şu sıralar yüksek sesle dile getirdiği bir kavram var: Yapay et. Doğanın tüm imkânlarıyla olgunlaşmış dana etini bir kenara iteklemek ne diye? Aslına bakılacak olursa ahırda büyüyen dananın eti ne derece doğaldır, bu soruda da bir muammalık olsa da yapay et projesi ile arzu edilen nedir, hâlâ bir gizem.
Doğa ana ile aramızın git gide bozulması konusunda uyanmak için geç ya da erken, en azından bir avuç uyanıklar kafilesi eliyle hala daha derin bir uykuda olanların sert bir şekilde dürtülmesi aciloğlu acildir. Aksi hâlde doğa ana denen kavramın mutabakat yani üvey ana olması işten bile değil.