"cebbar oğlu mehemmed
fransız'a silâh çekmiş
hür yaşamak uğruna"
der Attila İlhan, namını Türkeli'ne duyurduğu ödüllü şiirinde. Millî duyguları yalama yapmamış ender aydınlardan biridir, O. Pek çok konuda kendine has tahlilleri olan İlhan'ın şu tespitinden yola çıkarak Batı ile olan münasebetimize yazı boyunca temas edelim isterim: Yüzünü Batı'ya dönmekten boynu tutulmuş bir Türkiye."
Boyun tutulması gelir geçer, şifaya müstahaktır, tez iyileşir. İlhan'ın tasvir ettiği o Türkiye'nin üstünden uzun zaman geçti, belki de köprünün altından akan sular kurudu; hatta köprüden geçirmek için ‘’dayı’’ diyecek ayılar bitti biteli çok oldu. İlhan'ın dikkat çektiği o boynu tutulmuş Türkiye, acaba şimdilerde boyun fıtığı rahatsızlığı yaşıyor olabilir mi? Teşhisi konmamış bir boyun fıtığı..?
Dili, özüne; özü diline has hocam bir şiirinde şöyle der:
"Toprak hep de ala boyanır bu memlekette
Bu nasıl ressamdır, bir al bir karası var"
Bu memleketin dermanıymış düşeyazmak ve hep bize dairmiş ölmeye yatmak... Çok zamandır içinde olduğumuz göçtendir; bu yorgunluğumuz, bu dinlenmeye hasret, bu toprağa doymaz düşkünlüğümüz. Tüm çıkıntı dalları budayan ellerimiz, yorgun ve argın bir dala hasret: Tutunacak ve soluk alacak...
Sezai Karakoç'un deyimiyle: "Âdem'le Havva'nın Cennet'te öncesiz sonrasızmışçasına mutlu bir hayatı yaşadıkları zaman gibiydi hayatımız, Batı'nın soluğu bize gelmeden önce." Ne yüzle yıllarca Batı'ya baktık, dikkat kesildik bilinmez lâkin bir fizik kuralı olan "etki - tepki" gereği eylemimiz karşılıksız kalmış olamaz. Deşiversek altını, kazma vursak derinlere, sondaj atsak en diplere Batı'yla olan münasebetimiz nasıl okunmalıdır, irdelenmelidir, seyredilmelidir? Nurettin Topçu şöyle demiş, "Güneşi bir an bile sönmeyen sonsuzluğun yolcularıyız" Demiş, demiş ama Güneş'in yerine bir başka ve yapay ışık huzmesine sırt verip bel bağlayıp göğüs germe acizliğinin telafisi olmayacağını da ekleseymiş keşke...
Fıtığa ne iyi gelir? Hani Nasreddin Hoca, ağaçtan düşmüştü de yardımına gelenlere "Bana ağaçtan düşeni getirin." demiş idi. Boynu tutuk, boynu fıtık, boynu büküklerden, yine aynı dertten muzdaripler anlar. Bizim derdimizi, biz bilir ve ancak şifaya talip olacak gücü biz, bizden bekleriz. Bergson, "Önceden hazırlanmışlar için bir işaret kâfidir." der ve Topçu da ona binaen şunu ekliyor "Çürümüş nesiller için bütün işaretler boşuna..." İşaret, ne? Doğru sual bu mu? Peki ya, işaretin kaynağı..? Doğru noktaya mı baktık yıllar yılı yahut bakıyor muyuz uzun zamandır hâlâ? Belki de hayır! Ne işaretten haberdarız ne de işaretin kaynağından... Kim bilir, işaret çoktan verildi. Kim bilir, işaretçimiz bizden umudunu kesti keseli çok oldu. Ne olursa olsun, bir işaret beklentimiz mevcut ise eğer önceden hazırlananlardan olmalıyız. Başlasın hazırlıklar öyleyse!