“Üçgenine göre değişir” başlığı altında Osmanlı modernleşme hareketinin sacayaklarından birine ve medresenin pabucunun dama atılma sürecine temas edeceğiz. Mevzu bahis, modernleşme ve medrese arasındaki ilişki olduğu zaman Türk tarihi görüşü çok uçlarda olanlardan gelecek tepkileri göze alarak güzel bir hasbıhal edeceğimiz konusunda inancım daimdir.

Tasavvur ediniz, Osmanlı İmparatorluğu’nun hangi yüzyılında yaşamayı arzu ederdiniz, eğer mümkün olsa idi? Kimimiz, bir gece uykusunda gördüğü rüyanın dehşeti ile kan ter içinde kalkan Osman Bey’e çağdaş olmak ister. Belki de ötekimiz, azmin sabra ve sabrın azme müptela olduğu bir beden yani Fatih olan Sultan Mehmet ile peygamberin fethe müjdelediklerinden biri olmaya müstahak olmak… Peki, ya hangimiz 17 yüzyılın sonlarında askerî, sosyal ve kültürel manada bir değişimin tam kucağında yaşamayı arzular idi? Evet, Osmanlı yönetimi ve aydınları, Batı’yla olan yüzlerce yıllık çekişmenin neticesinde bir kabule razı oldu; antlaşmaya, uzlaşmaya, barışmaya(!) yani Batılılaşmaya.

“Mağlubiyet iki türlüdür” diyor Cemil Meriç ve şöyle izah ediyor: “Maddi ve manevi. (Batı’ya karşı) Maddi mağlubiyetimiz aşikârdır.” Peki, ya manevi..? Öyle ya, manevi anlamda da mağlubiyetin zehrini doya doya tatmamış olamayız. Evet, taklit ederek irfan yoluna baş koyduk keza Batılılaşmak ne cazip şeydi ama… Devlet erkânı ve aydınlar nazarında bu değişim şart, vacip, hak yahut bize mubahtı. Bu yolu dava bilmek adına nedenlerimiz mevcut ve pekâlâ yeter derecede idi. Mesela, medrese yoldan çıkmış, kokuşmuş, uyuşmuş değil miydi?

Öyleyse medrese ve onun çatısı altındaki her nefes, gerici olarak nitelendirmek ne derece doğru olur, bilemiyorum. Peki ya hakikaten gerici kime denir idi? Galiba gerici, mevcudiyetin hak gördüğü yarından hak talep etmeyendi. O vakit tarihi bir hadise ile medresenin bozulduğunun iddia edildiği yıllara gidelim ve hakikatin ışığından biraz olsun nemalanalım. Farzı muhal o ya, gidiversek 18. yüzyıla ve Osmanlı askeri ıslahatlarının kilometre taşlarından biri olan Mühendishane-i Berri-i Hümayun’a ve rast gelsek Macar asıllı Fransız, Baron de Tott’a. Zamane padişahın daveti üzere gelir, askeri modernleşmenin harıl harıl icra edildiği İstanbul’a. Gelirken eli de boş gelmez, neler getiri neler..? Batı’nın kendini beğenmişliğiyle Doğu’nun acizliğine iman etmiş bir gönül vardır, göğsünde ve aklı, yıllar yılı Türk düşmanlığı ile hemhal olmuş ahirete dek sarkacak davasındadır.

Mevzu bahis mühendishaneyi kurmakla görevli olan Tott, seçeceği talebeleri sözlü bir mülakata tâbi tutar. Mevcut şartlar onu gerektirdiğindendir ki, talebe olmak isteyenlerin büyük çoğunluğu ya medreseli ya da medreseden çıkmadır. Yaşını başını almış aksakallı hocalar da vardır ama hepsi zamanın en bilge geometricileridir. Tott, özüne hayran ve muhataplarına vermeyecek bir aman ile evvela şunu sorar: “Bir üçgenin iç açılarının toplam değeri kaçtır?” Bu soru, akabinde bir sessizliği de beraberinde getirir ama cesur bir talip, şöyle cevap verir özünden emin bir eda ile “Üçgenine göre değişir.”

Bu beklenmedik cevap III. Mustafa’nın misafirini şaşkına çevirir ve akabinde küçümseyici bir tavır ile cevabı reddeder. Peki, ya gerçekten Tott’un da bildiği ve iman ettiği üzere cevap, 180 derece değil ise… Gerçek şu ki; yoldan çıkmış(!) medresenin çatısı altındaki nefes, medeniyetin beşiğinde gözünü açmış nefesten daha aklı selim idi belki de. Keza, geometri ehli olan zatlar bilirler ki üçgenin iç açıları toplamı, hakikaten de üçgenine göre değişir.