Mevzu bahis mesele, eğitim olduğu zaman akıllara durgunluk verecek tespitleri sıralamak kolaydır. Geleceğini şekillendirecek nesline nizam vermek için eğitimin en büyük araç olduğunun farkında olmak, meseleyi on kat daha mühim kılmaktadır.
Eğitimden ağzı yanan bir millete mensup olmak, tespitleri layığıyla yapmamın yegâne anahtarı olacaktır. Şöyle bir söz vardır, "Terzi kendi söküğünü dikemezmiş." diye: Eğitim ile sınanmanın verdiği bir yorgunlukla mevcut vahim hâli irdeleme arzumuz, umuyorum ki tezatlık kokmayacaktır.
Olmazsa olmaz, elzemoğlu elzem, mühimden de öte mühim midir ki eğitim? Bir kural, bir kaide, bir düstur olmaksızın eğitimden söz etmek yersiz midir? Layığından fazla mıdır ona tahammülümüz yoksa hak ettiğinden az mıdır ona olan itamatımız? Bu sorulara cevap verecek babayiğitler sayıca çok olsa da eğitimin önemi hakkında en apaçık gayeyi Yunus Emre dillendirmiştir:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin
Ya nice okumaktır
Eğitimin bir parçası: Eğitilmenin, eğitime tâbi olmanın ilk basamağı, okumak. Türlü türlü okumak: Kitabı okumak, çehreyi okumak, kâinatı okumak... Eğitim sistemimiz bize hangisini okutmakta? Eğitimcilerin ite kalka yaptırdığı hangi tür okumak? Kokar ya hani balık baştan: ilkokul sıraları ile başlarız: ABC, ben - sen - o, Ali ata bak... Erken ya da geç, iyi ya da kötü, heceleyerek ya da su gibi, bir şekilde öğreniriz okumayı: Kitap okumayı. Harfleri, heceleri, kelimeleri, cümleleri bazen içimizden bazen bağır çağır okuruz. Okumaktan kasıt..? Seslendiririz efendim seslendiririz: Kuş öter, aslan kükrer ve biz seslendiririz. Peki ya sormaz olur mu vicdan: Bu nice eşrefi mahlûkluk? Sorar ya hani Yunus Emre: Bu nice okumak?
Kendini ve felsefesini tüm dünyaya kabul ettiren ve "ben diyen" birçok filozofa "aman dedirtecek" kudrete sahip bir Sokrat: "Kendini tanı!" der birçok defa. Bilgece düşünmenin tek gaye olduğu felsefede bir filozof çıkıp da ‘’Kendini tanı!’’ derse neyi kasteder: Kendini tanı ama nasıl? Yine o insan, kendini tanısa ne olur tanımasa ne..? Tanısa insan kendini, ilmiyle muamele etse kâinata ve sorgulayıcı nazarla mavi boncuk dağıtsa âleme, herhalde herkes âlim ve herkes cahil olurdu. Âlim olmakla cahil olma arasındaki zerreden zerre o incecik sınır... Kendini bilenin kâinatı bilecek olduğu söylenir. Yine bilirler ki insan, küçük bir kâinat: Bir nizam ve bir denge üzere peyda olan bir kâinat... Böylece ilim, kendini bilmekle olur ve âlim, kendine hâkim olana dene gelir.
"İnsanoğlu..." diyor Kant, "...eğitilmeye ihtiyaç duyan tek varlıktır." Bir ihtiyaç ve bir zorunluluksa eğitim, bunu karşılamak kim(ler)in üstüne vazife? Her mevcut nesil, gelecek neslin eğitimi ile yükümlüyse nesiler arasındaki ilerleme ya da gerilemenin sebebi ne olsa gerektir? Gelecek nesli, mevcut nesilden âli ya da geri kılan sır nerededir? 100 yıl önce iki kelimeyi yan yana getirmekten aciz bir milletin evlatları, 100 yıl sonra tüm dünyaya nizam verecek kudrete nasıl malik olabilir? Bunlar derin bir sosyolojik tahlile muhtaç olsa da cevaben birkaç kelam etmek mümkün: Eğitim, salt bilgi vermekten ziyade, düşünmek sırrıyla mükemmelleşir. Öyleyse, gelecek nesli bir önceki bağnaz bir nesil yetiştirse de bir an için düşünmek fırsatını yakalayan gelecek neslin fertleri, milleti kurtaracak kahramanlardır.
Eğitim deyince akan sular durmalı. Gelecek neslin eğitiminden sorumlu olan herkes, kendine şunu sormalı: Gelecek nesle yön vermek midir gaye, yoksa nesle yol açmak mıdır? Hür bir nesil ile prangalı bir neslin mukayesesi uzun olsa da son söz olarak denebilir ki: "Uçmakla mükellef hür bir kuşun kafese mahkûm olan akıbeti tamamen hazıra konmaktan ötürü gelen bir eylemden kaçma, eylemsizliği normal algılama hâlidir. Bu vahim hâldir, kuşu özüne yaban ve türüne yük yapan."