Keşke yaşanılması bu kadar zor bu kadar karmaşık olan bir çağda yaşamak zorunda olmasak.
O kadar güzel zamanlar varken biz çocukların öldürüldüğü, insan hayatının basitleştirildiği, küçük mutlulukların önemsenmediği bu çağa denk geldik.
Yaşadığımız zamanı bu kadar karmaşık hale getiren yine bizleriz aslında, iyilik yerine kötülüğü seçipkendi çıkarlarımızın kölesi olmayı tercih ediyoruz.
Önce can sonra canan demiş eskiler ama biz hep can diyoruz, kendimizi olduğumuzun dışında göstermeye bayılıyoruz, beyaz siyah fark etmez çok yalan söylüyoruz, okumuyoruz ve bana göre en korkunç olanı ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ diyoruz.
O kadar çok ölüm haberi duyuyoruz ki artık alıştık, üzerinden azıcık zaman geçince isimlerini bile hatırlamıyoruz. Bizler ne ara bu kadar umursamaz ve kendimizden başkasını göremez olduk. Bu durum bana izlediğim yabancı bir diziyi hatırlatıyor; The handmain’s tale. Distopik bir romandan uyarlanan bu dizi bulunduğumuz zamana çok yakın bir gelecekte kurgulananbir ülkede geçiyor.
Konusu: kadınların iş hayatına girmelerinden sonra doğum oranlarının azaldığının düşünülmesi ve devleti yöneten komutanların bu durumu tersine çevirmek için doğurgan kadınları hizmetlerine alıp diğerlerini köle gibi kullanmaları. Doğurgan kadınların tek görevi komutanlara çocuk vermek yani kadınları yürüyen rahim olarak görüyorlar.
Dizide geçen sahnelerden bir çoğu etkiledi beni fakat şuan ki ölümler, zulümler karşısında umursamaz tavrımızı hatırlatan bir sahneyi sizlere analiz etmek istiyorum. Çok ünlü bir üniversitenin duvarına öldürülen insanlar asılırken hemen yanı başında oturan damızlık kadınlar bunu görüyorlar ama yine aynı şekilde havadan sudan, günün güneşli olmasından bahsediyorlar.
Üniversite duvarı olması eğitime yapılan bir gönderme, öldürülen insanlar asılırken yanı başında oturanların havadan sudan bahsetmeleri olan bitene ne kadar alıştıklarını ve orda asılı olanlardan birinin kendileri olmadıkları sürece neden öldürüldüklerini merak etmemeleri, bizim ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ düşüncemiz ile aynı doğrultuda.
Ateş düştüğü yeri yakar derler ama olanlar bize oluyor, ölenler bizim insanımız, her öldürülen çocuk bizim çocuğumuz, her öldürülen asker bizim askerimiz. En aşağılık olanlar bile öldürülmeyi hak etmezken, bir çocuk neden hak etsin. İnsanımıza ancak biz sahip çıkarız biz bilincinde olursak, biz umursarsak dünya daha yaşanılabilir bir hal alır.
“Şu hayvan o kadar vahşi ki. Onun üstesinden ancak insan gelebilir.” demiş Tolstoy, yani insanı yine insan dizginler.