Çocukken masum bal yapan arıların yuvalarını talan edip yağmaladığı için eşekarıları baş düşmanlarımdı.
Eşekarılarından sonra en büyük düşmanım, başları şeytan başlarını andıran ve yol ağızlarında, yol içinde ve yol kenarlarında elimde değnekle gezerken karşıma neredeyse boyumu aşacak vaziyette pervasızca dikilen kurumuş sapsarı deve dikenleriydi.
Sanırım devedikenlerine ve dikengillerden olan bitkilere karşı kinim, çocukken bir devedikeninin başındaki mor tomurcuğun hoş rengine aldanıp gövdesinden tutmak istediğimde elimi kanatan kesif acıydı.
Çocukluğumda, yaz tatilinde öğle sıcağından akşam saatlerine kadar bıkıp usanmadan devirdiğim devedikenleriyle köy evimize uzanan patika yolunu adeta diken çöplüğüne çevirirdim. Bu nedenle annem ve ninemden defalarca azar işitsem de, devedikenlerinden bir tekinin dahi amansız mücadelemden sonra artık karşımda bir daha dikilemeyecek olması benim için eşsiz bir zaferdi. Bu eşsiz zaferin gururu, bir sonraki yaz yeniden devedikenlerinin hepsini tek tek devirdiğim patika yolda tekrardan karşılaşacağım ana kadar sürerdi.
Eşekarılarına karşıysa için için tarifsiz bir nefretti benimkisi. Köylülerin bağlığındaki üzümlerine ve bal arısı kovanlarına saldıran eşekarıları baş düşmanımdan öte, tepelemem ve öldürmem fırsatını ilk bulduğum anda benim için hayati ve zaruri olan bir şeydi adeta. Aydın’a bağlı Karpuzlu ilçesinin Cumalar Köyü’nde hiç unutmam bir gün boyunca bir kibrit kutusu dolusu eşekarısı kafası biriktirmek için köy cami imamının evinin altından akan su başında elimde çalıyla pusu kurmuştum. Köy gençleri ve benden büyük çocukların eşekarısı yuvalarına hortumla bir çeşit toz püskürtmelerine alternatif olarak, eşekarılarını bizzat tek tek öldürme zevkini tatmak için kendimce geliştirdiğim bu yöntem, acımasız olduğu kadar bana eşekarılarının kafalarını koparma fırsatı da veriyordu.
Bu yöntem diğer köyün büyüğü gençler gibi yuvalarının önünde bekleyip risk almadan dilediğim kadarını öldürebilme özgürlüğünü de sağlıyordu. Ta ki içlerinden uyanık bir gözcünün pusuyu sezip çetesini uyarmayı akledene kadar. Harbi harbi geliştirdiğim pusu yöntemiyle o su birikintisi kenarındaki tüm eşekarılarını ciddi soykırımdan geçiriyordum. Kaldı ki pusu aslında kusursuzdu. Susuzluktan yorgun argın ve iştahla su başına ilerleyen eşekarılarına savurduğum çalı darbesiyle yere düşmelerinin ardından, tam tekmil debelenmelerine fırsat vermeden hemencecik ayağımla çiğnemem her birinin makus sonunu kolayca getiriyordu.
Hiç unutmam bir keresinde akşama kadar elliden fazla eşekarısı kafası toplamıştım ve içlerinden bir tanesinin kafası da liderlerinden birine, yani eşekarası beyine aitti. Bu eşekarılarının kafalarını teyzemin tavuklarına yem etmek cabasıydı tabi ki. Eşekarısı kafalarını sanki darı tanesi gibi itiş kakış yiyen tavukların sürpriz yemlerini bitirmelerinin ardından şaşkın şaşkın bana bakışlarını da hala unutamam.
Minik bir Don Kişotluktu vesselam çocukluğum. Sayemde masum bal arıları zulümden kurtuluyor, üzüm bağlarıyla kovanlar rahat bir nefes alırken devedikenlerinin tüm zerresine kadar sömürdüğü toprağı, kendimce esaret zincirinden kurtarıyordum. Eşekarılarına olan sarsılmaz kinim halen sürmekte ancak artık çocukluğumdaki gibi değil. Kafalarını bir an önce koparıp, su başlarına pusu kurup yorgun argın gelmelerini bekleyip vakit tüketecek yaşta da değiliz artık. Kaldı ki eşekarıları ve devedikenlerine de karşı nefret algım, bambaşka bir evrim geçirmiş durumda şu an...
Artık zihnimde gerçekten de savaşılması ve yok edilmesi gereken eşekarıları, küresel emperyalizm ve kapitalizmin baronlarına evrilmiş durumda. Evrilen algılarımda kurumaya yüz tutmuş sapsarı devedikenleriyse hiçbir fayda sağlamaksızın, asalak gibi yaşayıp halkın kutsal değerlerini sömürerek geçinen ve pervasızca mantar gibi her yerde türeyip küstahca, riyakarca varlık iddiasında bulunan ve kökü dışarıda olan gayrimilli oluşumları çağrıştırıyor...